Gelibolulu Âlî’nin Surnâmesinde Osmanlı Yemek Kültürü
Yrd. Doç. Dr. Şerife AĞARI
Karabük Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Özet
Osmanlı’da yemek kültürü bir hayli zengindir. Özellikle sarayda yapılan düğünler ve şenlikler bu zenginliğin bir şölene dönüşmesine sebep olmuştur. Osmanlı sarayında yapılan çok sayıdaki görkemli düğünden birisi hatta belki de en muhteşemi III. Murad’ın oğlu III. Mehmet için 1582 senesinde yaptırdığı sünnet düğünüdür. Gelibolulu Ali’nin manzum olarak kaleme aldığı bu düğün çok renkli görüntülere sahne olmuştur ki bunlardan birisi de kurulan sofralar ve bu sofralarda ikram edilen yiyecek ve içeceklerdir. Zira bu tür şenliklerde en fazla önem verilen konulardan birisi de ikram edilen yemeklerdir.
Bahse konu olan düğünde ikram edilen yemekler Osmanlı yemek kültürünün zenginliğini yansıtması açısından oldukça önemlidir. Çünkü sadece yemekler hakkında değil aynı zamanda kullanılan malzemeler, en çok rağbet edilen yiyecek ve içecekler hakkında da bilgi verilmektedir ki bunlar bizim kültür tarihimizin önemli unsurlarıdır. Bu çalışmada Gelibolulu Ali’nin Câmi’u’l-Buhûr Der-MecAlis-i Sûr adlı manzum surnâmesinde verilen bilgilerden yola çıkarak 16. yüzyıldaki Osmanlı yemek kültürüne ışık tutulmaya çalışılmıştır.
Giriş
Tarihten günümüze kadar bütün çeşitliliğiyle devam eden Türk yemek kültürü bilhassa Osmanlı döneminde en zengin haline ulaşmıştır. Zira birbirinden farklı toplumların bir arada yaşadığı bir coğrafyada yemek kültürünün çeşitlenmesi kadar doğal bir durum yoktur.
Osmanlı mutfağı üzerine araştırmalar yapan P. Mary Işın’ın bu konudaki tespiti şöyledir:
Olağanüstü zengin bir sentez olan Osmanlı mutfağının, yaratıcılığın önemli rol oynadığı bir mutfak olarak kendine özgü bir yapıya sahip olmasının birçok nedeni vardır. Bunların en önemlileri imparatorluğun çok kültürlü yapısı, çok farklı bitki türlerinin yetiştiği farklı iklimlere sahip geniş topraklarının bulunması, geniş ticaret ağı ve toplumun ileri gelenleri arasında gelişmiş damak tadına sahip, yeniliklere meraklı kişilerin bulunmasıdır. (Işın, 2014:7)
Genelde Osmanlı mutfağının, özelde Osmanlı saray mutfağının gelişimi imparatorluk olma süreciyle paralel seyretmiş ve devletin en geniş sınırlara eriştiği 16. yüzyılda tekemmül etmiştir. Bilhassa ana üretim merkezlerinin fethi ve baharat yollarının denetim altına alınması sonucunda Osmanlı sarayına giren ürün çeşidi fazlalaşmış ve bu durum damak zevkinin gelişmesine dolayısıyla da sofraların zenginleşmesine sebep olmuştur. (Bilgin, 2000: 246)
Özellikle sarayda yapılan düğünler ve şenlikler bu zenginliğin bir şölene dönüşmesine sebep olmuştur.
Osmanlı sarayında yapılan çok sayıdaki görkemli düğünden birisi III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed için 1582 senesinde yaptırdığı sünnet düğünüdür. Gelibolulu Âlî’nin Câmiu’l-Buhûr Der-Mecâlis-i Sûr adlı manzum surnâmesi bu düğünü anlatmaktadır. 1582 Şenliği olarak bilinen düğün çok renkli görüntülere sahne olmuştur. Bunlardan birisi de kurulan sofralar ve bu sofralarda ikram edilen yiyecek ve içeceklerdir. Zira bu tür şenliklerde en fazla önem verilen konulardan birisi de ikram edilen yemeklerdir. Bahse konu olan düğünde ikram edilen yemekler Osmanlı yemek kültürünün zenginliğini yansıtması açısından oldukça önemlidir.
Çünkü sadece yemekler hakkında değil aynı zamanda kullanılan malzemeler, en çok rağbet edilen yiyecek ve içecekler hakkında da bilgi verilmektedir ki bunlar bizim kültür tarihimizin önemli unsurlarıdır. Bu açıdan bu görkemli şenlik pek çok edebî esere konu olmakla kalmamış, surnâmelerin bilinen ilk örneklerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Gelibolulu Âlî’nin Câmi’u’l-Buhûr Der-Mecâlis-i Sûr ve İntizâmî’nin Surnâme-i Hümâyun’u bu düğünleri anlatan ilk örnekleridir. (Aynur, 2009: 37/565) Bu çalışmada Gelibolulu Âlî’nin adı geçen manzum surnâmesinde verilen bilgilerden hareketle Osmanlı yemek kültürüne ışık tutulmaya çalışılmıştır.
Osmanlı sarayında düğünlerin günlerce sürmesinin ve çok gösterişli olmasının farklı sebepleri vardır. Bunlardan birisi belki de en önemlisi devletin ihtişamını ortaya koymak ve halkla saray arasında bir irtibat kurmaktır. Bu yüzden bu tür şenliklerde ziyafet sofralarının kurulması ve onlarca çeşit yemeğin bol bol ikram edilmesi önemlidir. Gelibolu Âlî sûrnâmede bu gerçeğin altını çizmekte ve düğünden maksadın biraz da ziyafet olduğunu belirtmektedir:
Ziyâfetdür garaz çün kim düğünden
Yayılsun sahn başlandugı günden (2114)
Bu şenlik sırasında kurulan ziyafet sofraları en az diğer etkinlikler kadar şatafatlıdır. Bir uçtan bir uca kurulan sofraların etrafına serilen kilimler, minderler bile göz kamaştıracak kadar süslüdür:
Gark idi ni’mete dîvân-hâne
Tâ ziyâfetler ola a’yâna
Başdan başa çekilmişdi simât
Zîb ü zînetle döşenmişti bisât (222-223)
Bu durum sadece yemeklerden değil aynı zamanda o yemeklerin ikram edildiği kaplardan da kaynaklanmaktadır. Zira Osmanlı sarayının mutfak tesislerinde kıymetli çini yemek takımlarının muhafaza edildiği bir züccaciye odası bulunmaktaydı. Bu odada Çin ve Uzakdoğu porselenleri ile canlı renklerdeki İznik çinileri bir arada saklanmaktaydı. 1582 Şenliği’nde kullanılan porselen ve çini yemek takımları bu depodan kullanılmıştır. Ayrıca Matbaha-i Âmire’den getirtilen fağfur, bakır kaplar ve İznik çinilerine ilaveten çarşıdan 541 adet İznik çinisi tabak, çanak ve kâse satın alınmıştır. (Vroom, 2015: 158-160)
Gelibolulu Âlî bu ziyafet sofralarındaki yiyecekleri şehirlere benzetmiş, tanelerden oluşan kubbelere dikkat çekmiştir. Ayrıca her kubbenin üzerinde tüten dumanı da o kubbenin yanında dikilmiş bir kule olarak telakki etmiştir. Bu durumda tepsilerin üzerindeki pilavları bir cami kubbesine, onların üzerinde tüten dumanları da o camiin minaresine benzettiğini söyleyebiliriz:
Sanki bir şehr idi envâ-ı ta’âm
Dânenün kubbeleri virdi nizâm
Oldı her kubbeye ammâ ki menâr
Çekilen dûd-ı ser-i ni’met-i hâr (224-225)
Eserde pek çok farklı yiyecek ve içecek hakkında bilgi verilmektedir. Bu yiyeceklerin her biri, bir diğerinden lezzetlidir:
Her süfrede bir turfe ziyâfet ki dinilmez
Her tu’mede bir özge halâvet ki yinilmez (2306)
Ziyafet sofralarında ikram edilen yemekler o kadar çoktur ki şair bu yemeklerin bazen üçer bin bazen beşer bin kâseden oluştuğunu ifade eder:
Üçer bin gâh beşer bin kâse ni’met
Olunurdı ol ortalıkda gâret (2123)
Hatta bu yemekler birer deryaya benzer ki denizlerin dalgalanıp coşması gibi sofralar da gelip giden yemeklerle coşup durur:
Envâ’-ı ni’âm misâl-i deryâ
San oldı hurûş ile hüveydâ (1874)
Ayrıca şair özenle hazırlanmış sofraları birer nimet denizine, sofranın kenarındaki ekmekleri sahile benzetmiştir ki bu sahilde ne kadar kemik birikirse o kadar makbuldür: Ni’met deniz oldu nân sâhil
Sâhilde kemük çok olsa kâbil (2108)
Şair yemeklerin lezzetini tarif ederken ise bunların birer hazine olduğunu, her birinin ayrı bir değer taşıdığını söyler:
Her cins ni’âm birer sefîne
Başdan başa lezzet-i defîne (1876)
***** Osmanlıda Yemekler
1582 Şenliği ile ilgili olarak Gelibolulu Âli tarafından yazılan surnâmede kaydedilen yiyecek ve içecekleri ana hatlarıyla üç grupta ele aldık. Bunlardan ilki sofraların esasını oluşturan ana yemeklerdir:
Her turfe yemekde ta’m-ı sükker
Bir lezzet-i hâs-ı nâ-mükerrer (1834)
***** Osmanlıda Çorba / Osmanlıda Şorba
Türklerin geleneksel yiyeceklerinden birisi çorbadır. Orta Asya’dan günümüze değişerek devam eden ancak hiç vazgeçilmeyen bir yemek olan çorba en fazla çeşide 16. yüzyılda kavuşmuştur.
Bu dönemde pişirildiği tespit edilen kırka yakın çorbadan bazıları şunlardır: Tavuklu çorbalar, pirinç çorbası, nohut çorbası, mercimek çorbası, koyun eti çorbası, işkembe çorbası, badem çorbası, koruk çorbası, tarhana çorbası, şalgam çorbası vb. Bu çorbaların çoğunun ana malzemesi tavuk suyu ve pirinçtir. Ayrıca birçoğunda et suyu kullanılır. Haşlanan kaburga kemiklerinin ve et yahnilerinin yağlı suları çorbalar için ayrılır ve sebzeli olsun, tahıllı olsun saray mutfağında çorbalar bu yağlı et sularıyla pişirilir. (Yerasimos, 2014: 60-61)
Gelibolulu Âlî’ye göre 1582 Şenliği’nde kurulan meclisler öyle gönlü ferahlandıran meclislerdir ki, böyle bir meclise tuz yakışmaz diye çeşit çeşit çorbalarda tuz yerine şeker kullanıldığını söyler:
Bu bezm-i dil-güşâdur bunda şûr olmaz deyu mahzâ
Mülevven şorbalardan şeker ref’ eyledi şûrı (2679)
***** Osmanlıda Tutmaç
Kesme hamur ve et veya kıyma ile pişirilen, üzerine yoğurt dökülerek yenen çorbadır. Tutmaç çok erken dönemlerden itibaren Türk mutfağında yer almıştır. Divânu Lügâti’t-Türk’te hakkında bilgi verilen tutmaç, 13. yüzyıldan önce hem Arap hem İran mutfaklarında da görülmeye başlanmıştır. 16. yüzyılda saray mutfağında ekşili tutmaç ve börek tutmaç olmak üzere iki farklı isimle karşımıza çıkmaktadır. (Işın, 2017: 393-394)
Surnâme’den öğrendiğimize göre 1582 Şenliği’nde adı geçen çorbalardan birisi de tutmaç çorbasıdır:
Çok bölükbaşı ile şorbacı Oynadup şorbayı vü tutmacı (2057)
***** Osmanlıda Balık
Balık, her ne kadar Osmanlı mutfağında yer alan yemeklerden birisi olsa da balık çeşidinin çok fazla olduğu İstanbul’da yeterince tüketilmediği malumdur. Orta Asya yemek kültürüne bağlı olarak kırmızı ete alışkın olan Osmanlı mutfağının balığa alışması biraz zaman almıştır. 15. yüzyılda özellikle Fatih Sultan Mehmed’in balığa meraklı olduğu, hatta 17. yüzyıla gelindiğinde balığın çorbasının, yahnisinin ve dolmasının dahi yapıldığı kaynaklarla sabittir. (Yerasimos, 2014: 162-164)
Her ne kadar kaynaklar Osmanlı ziyafet sofralarında balığın çok fazla yer almadığını söylese de 1582 Şenliği’nde sunulan yemekler arasında balığın önemli bir yeri vardır. Zira şair bu şenlikte balığın çok olmasından dolayı sofraları deryaya benzetmiştir:
Gah deryâya dönerdi ser-i hân
Mâhiyân yerine mâhîçe ‘ayân
Balıgun hod dükeli aksâmı
Reşk-i bahr eyledi ol et’âmı (226-227)
***** Osmanlıda Pilav
Türk mutfak kültürünün önemli yemeklerinden biri olan pilavlar, pirinç ya da buğdayın işlenmiş hâli olan bulgurdan hazırlanır. Zamanla çok farklı çeşitleri ortaya çıkan pilav, Osmanlı mutfağında dâne ya da içine katılan malzemeye göre dâne-i kızıl, dâne-i sarı gibi adlarla anılır.
Pilav zengin Osmanlı sofralarının baş yemeğidir ve ulaşılması zor, pahalı bir ürün olduğu için 17. yüzyılın sonuna kadar elit bir kesimin yiyeceği konumunu korumuştur. Bu yüzden sosyal itibarı yüksek olan pirincin sultanların verdiği ziyafetlerde özel bir yeri vardır. Hatta ziyafetlerde ikramların zenginliği, etin yanı sıra pirinç pilavlarının bolluğuyla ölçülür denilebilir. (Yerasimos: 2014: 113-114)
Pilav gerek imaretlerde gerekse ziyafetlerde genellikle zerde ile birlikte ikram edilmiştir. Bunu 1582 Şenliği’nde de görmekteyiz:
Biri zerde biri pilav-keşân
Mâ-hazardan çekildi halka ayân (1356)
Bu şenlikte o kadar çok pilav ikram edilmiştir ki şair, insanların bu pilavın pirincini seçmekle/ayıklamakla bitiremeyeceğini, ancak Allah Teâla’nın karıncaları ve serçe kuşlarını gönderirse bitebileceğini söyler:
Birincin intihâb itmek ne mümkin nev’-i ins anun
Meğer me’mûr ide ol hıdmete Hak mur u usfûrı (2681)
***** Osmanlıda Muza’fer
15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar tadıyla ve rengiyle Osmanlı sofralarının gözdesi olan bir pilav çeşididir. Bilhassa ziyafet sofralarında ikram edilen bu pilav safranlı ve tavuklu olarak pişirilir. 1582 Şenliği’nde de ikram edilen muza’fer rengi itibariyle güneşe benzetilmiştir:
Her kelleye kurs alup muza’fer
Hep cürmi vü rengi mihre benzer (1857)
***** Osmanlıda Zırvâ
Genellikle koyun etiyle pişirilen bu yemek, 15. ve 16. yüzyılda çok tüketilen yemeklerden birisidir. Zirebâc adıyla Cuma akşamları, Ramazan ve iki bayram akşamları, İstanbul’da Fatih ve Süleymaniye imaretlerinde ve Edirne’de II. Bayezid imaretinde halka ikram edilmiştir. Şenliklerde de ikram edildiğini görmekteyiz. Ayrıca zırvâ bazı kaynaklarda incir, üzüm, hurma ile pirinç ve şekerden yapılan bir tatlı olarak tarif edilmektedir (Pakalın, 1993: III/659):
13. yüzyıla ait bir yemek kitabı olan Kitâbü’t-Tâbih’de zırvâ, zîrbâc olarak geçmekte ve etli bir yemek olarak tarif edilmektedir. (Perry, 2009: 49) Zırvâ Gelibolulu Âli’nin surnâmesinde şu şekilde geçmektedir:
Girdigiyçün ‘aselî câmeye gâh
Eyledi zırvâyı teşhîr sipâh (229)
***** Osmanlıda Kebap
Orta Asya’dan günümüze uzanan Türk mutfak kültüründe en temel öge hiç şüphesiz ettir. Osmanlı mutfağında büyük baş hayvanlardan, küçük baş hayvanlardan, kümes hayvanlarından ve av hayvanlarından yapılmış çok çeşitli et yemekleri bulunmaktadır. Bunlar içerisinde en çok yenilen et yemeğinden birisi ise kebaptır.
Orta Doğu mutfak kültüründe yaygın olarak kullanılan kebap, doğrudan doğruya ateşte ya da çömlek içinde susuz pişirme yöntemine verilen addır. Her ne kadar bugün kebap denildiğinde pişmiş et anlaşılsa da Osmanlı mutfağında et, tavuk, balık ya da patlıcan gibi farklı yiyeceklerin susuz şekilde pişirilmiş hali kastedilmektedir. Kebabın, şiş kebap, tandır kebabı, cızbız kebabı gibi çeşitli şekilleri vardır. (Yerasimos, 2014:84)
1582 Şenliği’nde büyük baş hayvanlar bütün halde ateşte çevrilerek pişirilmiş ve kızartılıp ikram edilmiştir:
Büsbütün çevrilüp bişüp nice gâv
Kızarurdı niteki yanmış kav (2172)
Yine bu şenlik sırasında binlerce şiş kebap hazırlanmış ve sunulmuştur:
Geldi nice bin kebâb-ı sîhî
Ser-cümle karanfül idi mîhi (1867)
***** Osmanlıda Büryan
Tandır içine asılarak ya da şişte çevirerek kebabı yapılan kuzu, tavuk ya da balık türü yemektir. Bazen içi doldurularak pişirilir. Özellikle kuzu çevirme için kullanılan büryan sözcüğünün Gelibolulu Âli tarafından öküz için de kullanıldığını görürüz.
1582 Şenliği’nde öküzler bütün bütün büryan yapılmış, etleri kıpkırmızı bir ateş gibi kızartılmış ve bu haliyle ikram edilmiştir:
Sevr-i gerdûnı eyledi büryân
Germ-i hurşîd ile zemîn ü zamân (2159)
Büryân kılınup bütün bütün gâv
Kıpkırmızı sanki âteşîn kav (2332)
***** Osmanlıda Kavurma
Kendi yağıyla pişirilip kavrulduktan sonra yenen veya dondurulup saklanan ete denir. Günümüzde daha çok kırmızı etle yapılan kavurmalar
16. yüzyılda yapılan bu şenlikte kaz, ördek ve tavuktan yapılmıştır:
Anma kaz u tavuk kavurmaları
Mâkiyân kısmının çevürmeleri (2140)
***** Osmanlıda Mahmûdiyye
Klasik dönem Osmanlı yemeklerindendir. Tatlı, meyveli ve hamurlu bir tavuk yemeğidir. Bazı kaynaklarda ise 16. yüzyıl Osmanlı mutfağına ait bademli, kayısılı un helvası olduğu, üzerine şeker serpilerek yendiği bilgisi yer almaktadır. (Işın, 2017: 254)
Gelibolulu Âlî’nin surnâmede yer verdiği yemeklerden birisi de mahmûdiyyedir:
Yidi şol denlü me’muniyye açlıkdan emân buldı
Gedâ-yı nâ-şitânun oldı mahmûdiyye menfûrı (2680)
***** Osmanlıda Salmâ
Para şeklindeki küçük hamur parçalarıyla pişirilen bu yemek hamurla suya salınarak haşlandığı için bu adı almıştır. Çok eski bir Türk yemeği olan salma 15. yüzyılda Şirvânî’nin verdiği tarife göre hamur parçaları, et, nohut, badem, safran, nane, sirke, bal ve sarımsaktan oluşmaktadır. (Yerasimos, 2002: 64)
1539 tarihindeki sünnet şenliğinde bol şekerli ve safranlı pişirilip paşalara ve ulemaya ikram edilen bu yemek 1582 şenliğinde de kendisini göstermektedir:
Tabh-ı a’câm-ı hâs olan halvâ
Eyü bişmiş muza’fer ü selmâ (2139)
***** Osmanlıda Yoğurt, Süt, Kaymak
Yemek olmamakla beraber sofralarda yemeklerle birlikte ikram edilen temel besinler olduğu için yoğurt, süt ve kaymağa bu başlıkta yer verdik. Süt, sütten elde edilen kaymak ve sütün mayalanmasıyla yapılan yoğurt ziyafet sofralarında da ikram edilmişlerdir:
Çanaklarla yoğurd u şîr kaymak
Seherden bâb-ı şâha virdi revnâk (415)
2. Osmanlıda Tatlılar
Türklerde tatlı kültürü ve sevgisi, Arapların etkisiyle, İslamiyet’i kabul ettikten sonra gelişmiştir. Bu yüzden Osmanlıların tatlı yeme alışkanlıklarında dinin etkisinin büyük olduğu söylenebilir. Hurma ile açılan iftarlar, Ramazan ayı boyunca yenilen güllaç, baklava ve kadayıflar, Muharrem ayında yapılan aşure, ölünün ardından hazırlanan helvalar ve dökülen lokmalar dinî âdetlerde tatlının ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu göstermektedir. (Yerasimos, 2014: 237)
Osmanlı mutfağındaki tatlılarda şeker az bulunduğu için genellikle bal ya da pekmez kullanılmıştır. Ancak yine aynı özelliğinden dolayı saray mutfağında şeker tercih edilmiştir. Hatta şehzadeler için yapılan düğünlerde gelen hediyelerin içerisinde şeker de yer almaktadır. (ReindlKiel, 2016: 84)
Osmanlı mutfağının tatlıları, helvalar, meyveli tatlılar, sütlü tatlılar ve hamur tatlıları olarak gruplandırılabilir. Bu tatlılardan Gelibolulu Âlî’nin surnâmesinde ismi geçenler, senbûse, me’mûniyye, baklava, helva, muhallebi, zerde ve güllaçtır.
Şekerin, İslam dünyasında sevgiyi, yaşamın keyifli ve arzulanan yönlerini temsil ettiği düşünülmektedir. Bu yüzden et ve balık yemeklerinde bile şekerin bolca kullanılması, padişahın en önemli kullarına duyduğu muhabbetin simgesi olarak kabul edilebilir. (Reindl-Kiel, 2016: 84) Belki de bu yüzden 1582 Şenliği’nde kurulan sofralardaki her nimetin saf şekerden imal edilmiş gibi kat kat lezzetli olduğu söylenmiştir:
Mahz-ı sükkerden idi her ni’met
Tâ ola lezzeti anun kat kat (228)
Davete gelen herkes ziyafette çevirme kebaplarla karınlarını doyurduktan sonra tatlılara yönelmişlerdir:
Herkes cevürüp çevürmeden yüz
Sükkerli ta’âma sundı düpdüz (2110)
***** Osmanlıda Senbûse
Farsça üçgen anlamına gelen sanbusak, İran’da Safevi dönemi mutfağının tuzlu veya tatlı içli bir hamur işi olup 10. yüzyılda Abbasi mutfağına geçerek sanbusac adını almıştır. Türkçeye senbuse olarak geçen bu yiyecek halk arasında samsa olarak bilinir. (Işın, 2014: 233-234) Şekerli olanın içine badem, fıstık veya ceviz konularak kızartılır ve şerbete atılır. Gelibolulu Âlî’nin de surnâmede baklavayla birlikte bahsetmesinden dolayı 1582 Şenliği’nde tatlı olarak ikram edildiğini söyleyebiliriz: Velî bir özge deryâ idi ni’met Bişerdi baklava senbûse kat kat (2121)
Şekil itibariyle üçgen olmasından dolayı da başka bir yerde ekmeklerle birlikte yıldızlara benzetilmiştir: Cümle senbûse vü nân encüm idi, Yüzi nimet dütüninden güm idi (232)
***** Osmanlıda Me’mûniyye
Me’muniyye tavuk etinin, bal, süt ve pirinç unuyla karıştırılması sonucu elde edilen bir tatlı çeşididir. Adını Harun Reşid’in oğlu Me’mun’dan aldığı rivayet edilir. Bu tatlı 1469’da II. Mehmed’in sofrasında, 1539 yılındaki bayram şenliklerinde ve 1574'te Venedik elçisi Andrea Badoero’ya Divan’da sunulan yemekler arasında yer almıştır. (Yerasimos, 2002:130) 1582 Şenliği’nde de ikram edildiğini Gelibolulu Âlî’den öğreniyoruz:
Yidi şol denlü me’muniyye açlıkdan emân buldı
Gedâ-yı nâ-şitânun oldı mahmûdiyye menfûrı (2680)
Sundı nice feylesof-ı mevsûf
Me’mûniye toldı âstîn-i sof (2111)
***** Osmanlıda Zerde
Safranla pişirilen ve sarı renkte olduğu için bu adı alan bir çeşit pirinç tatlısıdır. Safran sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. (Pakalın, 1993: III/653)
Osmanlı’da zerdecilerin piri olarak Emevî halifesi Muaviye kabul edilirdi. İlk zerde Hz. Hamza’nın Uhud Savaşı’nda şehit edilmesinden sonra pişirilmiştir. Genellikle Mevlid, Ramazan, bayram, düğün gibi kutlu ve mutlu günlerde zerde yenilmesinin sebeplerinden birisi sevinç simgesi olan sarı renge sahip olmasıdır. İmaretlerde ise bu özel günlerin dışında Cuma günleri de zerde ikram edilmiştir. Zerde genellikle pilav ile birlikte yenilir. Bu gelenek ise 15. yüzyıldan itibaren görülmeye başlamıştır. (Işın, 2017: 425)
Zerdenin toplu yemeklerde sunulmasının özel bir sebebi vardır. Ona sarı rengi veren safranın içinde keyif verici, rahatlatıcı ve gevşetici bir madde bulunmaktadır. Dolayısıyla bu tür toplantılarda olabilecek bir kavgayı, anlaşmazlığı da önler. Bu nedenle safran için bitkilerin Nasrettin Hocası da derler. Nasrettin Hoca bulunduğu yerde insanları nasıl güldürüyorsa safran da aynı görevi yapmaktadır. 1582 Şenliği’nde de zerdeyle pilavın birlikteliğine şahit olmaktayız:
Biri zerde biri pilav-keşân
Mâ-hazardan çekildi halka ayân (1356)
***** Osmanlıda Güllâç
İsmi güllü aştan gelen ve Ramazan ayının vazgeçilmez tatlısı olan güllaç, nişastalı ince yufkalardan hazırlanır. En eski güllaç tarifi 13. yüzyıla aittir. Bu tarifte buğday nişastası ile su veya çırpılmış yumurta akıyla hazırlanan sıvı hâldeki hamur sac üzerine dökülerek pişirilir. Günümüzde ise buğday nişastası yerine mısır nişastası ve su karışımı tercih edilmektedir. Osmanlı döneminde güllaç genellikle şeker şerbetiyle yapılmış, gülsuyu, misk, kaymak, Şam fıstığı, badem veya fındık katılmıştır. (Işın, 2017: 136)
16. yüzyılda güllacın kutlama ve şenliklerde ikram edilen bir tatlı olduğu bilinmektedir. Lâmi’î Çelebi, Rodos’un Fethi (1522) için düzenlenen şenliği anlattığı mesnevisinde verilen ziyafette güllacın sunulduğunu belirtir. (Işın, 2009: 228) Güllaç, 1582 Şenliği’nde de ziyafet sofralarındaki yerini almıştır:
Yog idi egerçi kim revâcı
Âc olur idi düğün gülâcı (1839)
***** Osmanlıda Helva
Helva tatlı anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Bu yüzden Osmanlı’da tatlı kitaplarının adı Hulviyyât ya da Haleviyyât’tır.
Şeker, yağ, un veya irmikle yapılan tatlıdır. Osmanlı mutfağında helvanın ana malzemesi un, nişasta, yağ, bal ve su ya da süt olmuştur. Daha önceki dönemlerde hurmanın da kullanıldığı bilinmektedir. Helva hazırlanırken un ya da nişasta yağ ile birlikte bakır bir tencerede ağır ateşte iyice kavrulduktan sonra sıcak bal ve süt karışımı eklenir. Badem, bazen gül suyu ya da misk bazen de kaymak ilâve edilerek farklı tatları ve adları olan helvalar elde edilmiştir. (Yerasimos, 2014: 248)
Nişasta, susam yağı, bal veya şekerle yapılan sabûnî helva, buğday ve pirinç unu ve kaymakla yapılan helvâ-yı hâkânî ve savaştan sonra savaşta şehit olanlar için unla hazırlanan gaziler helvası en bilinen helva çeşitlerindendir.
Saraydaki Helvahane’de yapılan helvaların en meşhuru ise fazlaca tüketildiği için bazen piyasadan da alınmak zorunda kalınan zülâbiye helvasıdır. (Bilgin, 2000: 58)
Gelibolulu Âlî surnâmede bu helva çeşitlerinin varlığından bahseder:
Halvâ-yı nuşâb ile zülâbı
Sâbûnî vü gâziyân gülâbı (1847)
Tabh-ı a’câm-ı hâs olan halvâ
Eyü bişmiş muza’fer ü selmâ (2139)
***** Osmanlıda Baklava
Yufkayla yapılan bir tatlı olan baklava, Osmanlı’da kutlamaların, ziyafetlerin ve bayramların vazgeçilmezidir. Ramazan sofralarının olmazsa olmazı haline gelen baklava, yeniçeri askerlerine Ramazan’ın on beşinci günü Hırka-i Şerif alayından sonra saray mutfağından ikram edilirdi. Bir alay şeklinde getirilen bu ikrama Baklava Alayı denilirdi. (Pakalın, 1993: I/149)
16. yüzyıldan itibaren usta aşçılar arasında baklavanın kat sayısını artırma yarışının başladığı görülür. Ayrıca kat sayısı arttıkça baklavanın hafif ve çıtır çıtır olma özelliğini kaybetmemesi gerekir. Bu yüzden bunu başarmak marifet istediği için baklava, aşçıların becerisini ölçmekte kullanılmıştır. (Işın, 2014: 237) 1582 Şenliği’nde de kat kat pişirilmiş baklavaların ikram edildiği Gelibolulu Âlî tarafından dile getirilmiştir:
Velî bir özge deryâ idi ni’met
Bişerdi baklava senbûse kat kat (2121)
***** Osmanlıda Muhallebi
Süte, şeker ve pirinç unu katılıp kaynatılarak hazırlanan bir tatlıdır. 13. ve 14. yüzyıla ait Arapça yemek kitaplarında etli, baharatlı ve pirinçli bir tatlı olarak yer alan muhallebi, 15. yüzyıl Osmanlı mutfağında bazen tavuk eti konulan sütlü bir tatlı haline gelmiştir. (Işın, 2017:276)
Osmanlı mutfağında sütlü tatlılar, helva ve meyveli tatlılara oranla daha az yer tutmuştur.
Sütün bozulmadan diğer bölgelerden İstanbul pazarlarına ulaşmasının zorluğu bunda etkilidir. Bu yüzden 17. yüzyılın ortalarına kadar süt tüketimi pek fazla olmamıştır. Muhallebi, Osmanlı mutfağında en yaygın olarak tüketilen sütlü tatlılardan biri olmuştur. 15. yüzyıldan beri şölen, ziyafet ve sultan sofralarının vazgeçilmezleri arasında yer almıştır. (Yerasimos, 2002: 190)
1582 Şenliği’nde de muhallebi ikram edilmiştir:
Sükkerî ni’met oldı nâ-mahsûr
Şîr-i hurma muhallebi mevfûr (2138)
***** Osmanlıda Börekler
Açılmış hamurun veya yufkanın arasına, peynir, kıyma, ıspanak vb. konularak çeşitli biçimlerde pişirilen hamur işine verilen addır. Genellikle yuvarlak şekilde pişirilen börekler Türk mutfağının önemli yiyeceklerinden biridir.
Osmanlı dönemi kayıtlarında böreğe ilk olarak 15. yüzyılda ballı börek adıyla rastlanır. 16. yüzyılda ise şeker börek, pazar böreği, tavuk böreği ve şurbalı (çorbalı) börek yapılırdı. (Işın, 2017: 60)
Börekler genellikle yuvarlak şekilde yapıldığı için surnâmede güneş ve ayla birlikte anılmıştır:
Yâhud ol süfre idi ‘âlem-i cûd
Mihr ü meh kurs-ı börekden mevcûd (231)
***** Osmanlıda Çörek
Mayalı, yağlı hamurdan yapılan küçük yuvarlak ekmek olarak tanımlanan çörek tuzlu veya tatlı olabilir. Çok eski bir Türk hamur işi olan çöreğin Divânü Lügâti’t-Türk’te adı geçmektedir. Osmanlı sarayında da bir çörekhanenin bulunması çöreğin ne kadar çok yendiğinin göstergesidir.
(Işın, 2017: 89).
Çörekler yuvarlak olması ve renklerinin de sarıya çalması sebebiyle ay ve güneşe benzetilmiştir:
Her şâm u seher gönderilüp nice yemekler
Hem kurs-ı meh ü mihre bedel nice çörekler (2303)
***** Osmanlıda Poğaça
Bugün de en çok tükettiğimiz hamurlu yiyeceklerden biri olan poğaçanın 16. yüzyıldaki varlığına Gelibolulu Âlî’nin surnâmesinde şahit olmaktayız. Poğaçadan ziyafette ikram edilen yiyeceklerden biri olarak bahsedilmez. Ancak değirmenci esnafının geçişi sırasında bir yandan unlarını öğüttükleri diğer yandan poğaça pişirdikleri belirtilir:
Geldiler unlarını ögüderek
Bir tarafda bogaça pişürerek (1296)
***** Osmanlıda Nukl
Klasik Türk şiirinde mezenin en çok kullanılan karşılığı nukl veya nakldir. Ancak nukl, şairler tarafından daha çok tercih edilmiştir (Onay, 2013: 292).
En çok meyve, şekerli hamur ve şekerlemelerden oluşan atıştırmalık yiyeceklere nukl ya da nokul denir. 1573-74 saray mutfak defterinde sükkerî nukl, şekerli börek ve poğaça ile birlikte anılmıştır. (Işın, 2017: 288) Gelibolulu Âli de eserinde nukl-ı şeker ifadesini kullanmıştır:
Her nukl-dân-ı zer tolu nukl-ı şeker tamâm
Sâgar tehî velîk derûnında yok müdâm (1385)
***** Osmanlıda İçecekler
Türk mutfak kültüründe yemeklerle birlikte ve yemeklerden sonra tüketilen pek çok içecek bulunmaktadır. Özellikle Osmanlı mutfağında su dışında tüketilen içecekler; hoşaf, şerbet, limon suyu, boza ve kahve olmuştur.
Osmanlı yemek kültüründe dinî kurallar çerçevesinde ziyafetlerde alkollü içecek sunulmamıştır. Toplumda özellikle şarap tüketen gruplar bulunmasına rağmen içkili sohbetler kutsallığı olan toplu tören yemeklerinin dışında tutulmuştur. (Faroqhı, 2014:46)
Ziyafet sofralarında yiyeceklerin yanında ikram edilen çok sayıda içecek de mevcuttur. Gelibolulu Âlî 1582 Şenliği’nde ikram edilen içeceklerin zenginliğine dikkat çekmiştir: Zeyn oldı hezâr kâse ni’met
Her kâsede özge reng ü lezzet (1833)
***** Osmanlıda Şerbet
Meyve özü, çiçek veya baharatla su ve şekerin karıştırılması sonucu elde edilen içeceğin adıdır. Osmanlı sarayında şerbetler, mutfağın bir bölümü olan Helvehâne’de imal edilmiştir. Ana malzemesi meyve ile suyun oluşturduğu ve zevke göre şeker, gül suyu, baharat ve diğer birçok kokulu maddeyle desteklenen şerbet, yemeklerin yanında ve diğer zamanlarda en çok tüketilen sıvı olmuştur.
Osmanlı’da ziyafet sofralarında ikram edilen şerbet bir ayrıcalık kabul edilir. Zira bir ziyafet sırasında şerbet ikram edilmesi kesinlikle yüksek rütbeye işaret ederken diğerlerine iyi bir kaynak suyundan ikram edilirdi. (Faroqhı, 2016: 25)
Gelibolulu Âlî, 1582 Şenliği’nde ikram edilen birbirinden lezzetli binlerce kâse şerbetten söz etmektedir: Mâ-hasal oldı müretteb ni’met
Nice bin kâse pür oldı şerbet (234)
Çekdi nice yüz piyâle şerbet
Her birisi toptoluca lezzet (1866)
***** Osmanlıda Gülâb/Cüllâb/Mâverd
Gül suyu, gül yapraklarının yağmur suyu ya da saf su içinde, güneş altında bırakılarak veya kaynatmadan buharlaştırılarak elde edilir. Güllaç, su muhallebisi, helva, hamur tatlıları, hoşaf ve pelte gibi pek çok tatlının yapımında kullanılır ya da tatlıların üzerine serpilir. 15. yüzyıldan itibaren sarayda gül suyu üretilmeye başlanmıştır. (Işın, 2010: 131-132)
Farsça gül suyu manasındaki cüllâb, gül yapraklarının damıtılması ile elde edilir. Bu sâyede gülün yapraklarındaki koku ve diğer özellikler suya akseder. Ziya Şükûn, Ferheng-i Ziya eserinde cüllâbın gül suyu ile şekerin kaynatılmasından elde edilen şurup olduğunu ifade eder. (Şükûn, 1996:
1/657)
Surnâmede gülâb, cüllâb ya da mâverd şeklinde birden fazla beyitte geçmektedir:
Meyden bedel gül-âb ile envâ’-ı eşribe
Tutmuş sürâhî vü kadeh ü nice meşrebe (1384)
Çün kâse-i murassa’a tolmuş gül-âb-ı nâb
Ammâ ol ortalıkda ‘arak bir hayâl-i hâb (1387)
Ya’ni iki kavm-i pür-tef ü tâb
Birinde kebâb u birde cüllâb (1864)
Zerrîn kadehler olmaga zer-kâselerle câm
Toldurdı jâle anları mâverd ile tamâm (167)
***** Osmanlıda Gül Şarabı
Şarap, Arapçada içilecek şeyleri karşılayacak şekilde genel anlamda kullanıldığı için buradaki şarap, şerbet ya da şurup olarak düşünülebilir. Gül şerbeti, kokulu gül yapraklarının şişe veya kavanozda su içinde güneşte bir süre bekletildikten sonra rengini bırakıp çürüyen yaprakların süzülüp şeker karıştırılarak hazırlandığı bir şerbettir.
Çok fazla tüketildiği bilinen gül şerbetinin 1582 Şenliği’nde de ikram edildiğini görmekteyiz:
Çok gül şarâbı sâgar-ı zerrîne virdi fer
Ammâ yog anda bâde-i gül-gûndan eser (1386)
Meclis o şâh-ı dehre olur bezm-i zikr-i Hak
Mâ-verd ü gül şarâbı yeter bâde vü ‘arak (1391)
***** Osmanlıda Boza
Boza kelimesinin esası Farsçada darı anlamına gelen buzeden gelmektedir. Boza ismi yanında Kafkasya, Balkan ülkeleri, Türk Cumhuriyetleri ile İran, Mısır, Arap ülkeleri ve bazı Afrika kabilelerinde buha ve merissa gibi isimlerle de bilinmektedir. Fermente tahıl bazlı bir içecek olan boza; darı, mısır, pirinç, çavdar, yulaf, buğday gibi tahılların öğütülmesi, su ilave edilerek pişirilmesi ve daha sonra şeker eklenerek maya ile laktik asit fermantasyonuna tabi tutulması ile üretilmektedir.
Orta Asya Türkleri bozayı çok eski zamanlardan beri üretmektedir. Türkler, Orta Asya’dan göç ettikleri farklı coğrafyalarda o bölge halkına bozayı tanıtmışlar ve bugünkü coğrafî yayılışını da sağlamışlardır. Geleneksel bir Türk içeceği olan boza, Balkanlar, Kırım, Kafkasya, Orta Asya ve Mısır’a kadar yayılmış durumdadır. (Levent-Cavuldak, 2017: 301)
Boza, dükkânların yanı sıra bugün de olduğu gibi asırlar boyu seyyar olarak da satılmıştır. Tatar Çingeneleri ve özellikle Arnavutlar, Osmanlı döneminde adları bozacılıkla anılan topluluklardır. Sonbahar ve kış aylarında hava karardıktan sonra sokağa çıkan bozacıların kendilerine mahsus manilerle satış yaptıkları bilinmektedir. Anadolu'da açılan ve hemen tamamı devlet kontrolünde olan bozahaneler ise, helâl kabul edilen tatlı boza üretmişlerdir. Bununla birlikte dinî otorite bozaya karşı her zaman mesafeli durmuştur. Koyduğu içki yasaklarının bozayla delindiğini gören saltanat, halkın huzurunun kaçmasına neden olan bozahaneleri de kimi zaman yasak kapsamına dâhil etmiştir.
Kanûnî devri şeyhülislamı Ebussuûd Efendi, tatlı boza yapan, içen ve bozahanelere giderek oralarda eğlenenler için fetva vermiştir. Gayrimüslimlerce işletilen bazı bozahanelerde ekşi ya da acı diye nitelendirilen alkollü boza da bulundurulmuştur. Bu mekânlar, içkinin yasaklandığı dönemlerde meyhane müdavimleri ve ayak takımının mekânı hâline dönüşmüştür. Şarap müptelalarının zaruret hâlinde ekşi/acı bozayı tercih ettikleri ve bozahanelerde rezalet çıkardıkları şiirlere de konu olmuştur (Ceylan, 2007: 50-54).
Ziyafet sofralarında ikram edildiği bilgisi yer almasa da şenlikler sırasında geçiş yapan esnaf alaylarından birisi de bozacılardır. Şair bunu şöyle ifade eder:
Bu ortalıkda geldi boza-hâne erleri
Cevzî boza çekildi nice kâse cevheri (1394)
***** Osmanlıda Kahve
Kahvenin ilk ortaya çıkış yeri Habeşistan'dır. Kahvenin ortaya çıkışı ile ilgili birbirinden farklı anlatılar olsa da pek çok kaynakta sözü edilen öykünün başlangıcı, kahvenin ilk defa keçiler tarafından keşfedilmiş olduğudur. İranlı çoban Kaldi, keçi ve deve sürülerinin garip bir ağacın meyvelerini yedikten sonra fazla canlılık gösterdiklerini, hatta keçilerin mehtapta dans ettiklerini görmüştür. Durumu dervişlerine anlatmış ve ünlü bir derviş olan Şazilî, gösterilen ağacın meyvelerini kaynatarak suyunu içmiştir. Kendisinde de aynı canlılığı duymuş, böylece kahvenin yüzyıllar boyu sürecek olan mazisi başlamıştır (Işın,2001:12).
16. yüzyıldan önce kahvehane kurumunun varlığına dair bir kanıtın olmadığı söylenir. Ancak kahvenin bir içecek olarak Osmanlı İstanbul’unda sarayda, konaklarda ve tekkelerde yüzyılın başından itibaren tüketildiği tahmin edilmektedir.
Osmanlılar, büyük olasılıkla 1517 yılında Kahire’yi aldıklarında kahvenin ilk izlerine rastlamışlardı. Nitekim İstanbul’da ilk kahvehaneler Kahire’dekine benzer bir sosyal çevre içinde, orta tabaka şehirlilerin yaşam alanı olan dini, ticari ve eğitim merkezlerinde gelişecektir. İstanbul’un ilk kahvehanesinin şehrin ticaretin en canlı merkezi olan Tahtakale’de Halep’ten ve Şam’dan gelen Hekim ve Şems adındaki iki kişi tarafından açıldığı söylenir. (Değirmenci, 2015: 120)
Kahve klasik Türk şiirinde yer verilen içeceklerden biridir. Şarabın alternatifi gibi görülen kahvenin farklı özelliklerine yer verilmiştir. Gelibolulu Âlî de surnâmede kahvenin Yemen’den gelmesini dile getirmiştir:
Kahve Yemen habibi idi bâde şûh-ı Rûm
Bozıldı boza cevrine döndi kudûm-i şûm (1395)
Sonuç
Netice itibariyle genel olarak surnâmeler özel olarak Gelibolulu Âlî’nin Câmi’u’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr adlı surnâmesi Osmanlı saray düğünlerini ve bu düğünlerdeki pek çok rengi en ince ayrıntısına kadar bize sunmaktadır. Ziyafetler ve bu ziyafetlerde ikram edilen yemekler de bunlardan biridir.
Bu tür ziyafetlerde çorbalardan kebap çeşitlerine, hamur işlerinden tatlılara, pilavlardan türlü türlü içeceklere varıncaya kadar akla gelebilecek her türlü yiyecek çeşidinin ikram edildiğini görmekteyiz.
Eserden seçtiğimiz örnek beyitlerde de gördüğümüz gibi Osmanlı yemek kültürü oldukça zengindir. Özellikle tatlılar ve şerbetler burada yer verdiğimizden çok daha çeşitlidir. Bu da bize kültürel çeşitliliğimizin sofralarımıza nasıl yansıdığını göstermektedir. Ayrıca ikram edilen yemekler, Osmanlı saray düğünlerinde ziyafet sofralarına ne kadar fazla özen gösterildiğini de ortaya koymaktadır.
1 Bu çalışmada yer verilen beyitler Mehmet ARSLAN’ın Türk Edebiyatında Manzum Surnâmeler(Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri) adlı eserinden alınmıştır.
2 Tabh-ı a’câm-ı hâs olan halvâ
Eyü bişmiş muza’fer ü salmâ (2139)
3 Şol denlü çog idi ördek ü kaz
Tolmuşdı miyân u sahn u pervâz (2109)
4 https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=366311.
Kaynakça
AKKOR, Yunus Emre (2016). Gelenekten Evrensele Osmanlı Mutfağı, İstanbul: Alfa Yay.
ARSLAN, Mehmet (1999). Türk Edebiyatında Manzum Surnâmeler(Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri), Ankara: AKM Yay.
AYNUR, Hatice (2009). “Surnâme”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 37, s. 565-
567.
BİLGİN, Arif (2000). Osmanlı Sarayının İâşesi (1489-1650), Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
DEĞİRMENCİ T. (2015) “Kahve Bahane, Kahvehane Şahane: Bir Osmanlı Kahvehanesinin Portresi”, Bir Taşım Keyif: Türk Kahvesinin 500 yıllık öyküsü, (Edt. Ersu Pekin), s.118-136, İstanbul: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
DEVELLİOĞLU, Ferit (2006). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara: Aydın Kitabevi.
FAROQHI, S.- NEUMANN, C.K. (2016). Soframız Nur Hanemiz Mamur
Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, İstanbul: Alfa Yay.
IŞIN, P. Mary (2014). Osmanlı Mutfak İmparatorluğu, İstanbul: Kitap Yayınevi. ……………….(2017). Osmanlı Mutfak Sözlüğü, İstanbul: Kitap Yayınevi.
KUT, Günay. Türklerde Yemek Kültürü,
https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=366311
LEVENT, H.- CAVULDAK, Ö.A. (2017). Geleneksel Fermente Bir İçecek: Boza, Akademik Gıda 15(3), s. 300-307, DOI: 10.24323/akademik-gida.345273.
Muhammed b. El-Kerîm (2009). Kitâbü’t-Tâbih, (Haz. Charles Perry, Çev. Nazlı Pişkin), İstanbul: Kitap Yay.
ONAY, A. Talât (2016). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (Haz. Prof. Dr. Cemal Kurnaz), Ankara: Berikan
Yayıncılık.
ÖZTEKİN, Ali (1996). Gelibolulu Mustafa ‘Âlî Câmi’u’l-Buhur Der Mecâlis-i Sûr, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
PAKALIN, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. III-III., İstanbul: MEB Yayınları.
REIND-KIEL, H. (2016). “Cennet Taamları”, Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak,(Edit. S. Faroqhi, C.K. Neuman), İstanbul: Alfa Yay.
SİNGER, Amy (2015). Haydi Sofraya! Mutfak Penceresinden Osmanlı Tarihi, (Çevr. Pelin Tünaydın), İstanbul: Kitap Yayınevi.
STEFANOS, Yerasimos (2002). Sultan Sofraları, 15. ve 16. Yüzyılda Osmanlı Saray Mutfağı, İstanbul: YKY Yay.
ŞÜKÛN, Ziya (1996). Gencine-i Güftar Ferheng-i Ziya Farsça-Türkçe Lugat, C. III-III., İstanbul: MEB Yay.
VROOM, Joanita (2015). “Cornelis Calkoen Türkiye’de: Bir 18. Yüzyıl Felemenk Diplomatının Topkapı Sarayındaki Öğle Yemeği”, Haydi Sofraya! Mutfak Penceresinden Osmanlı Tarihi, (Edt. Amy Singer, Çevr. Pelin Tünaydın), s. 141-175, İstanbul: Kitap Yayınevi.
YERASİMOS, Marianna (2014). 500 Yıllık Osmanlı Mutfağı, İstanbul: Boyut Yay.
Has aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR olarak kaynak gördüğüm:
Sn. Yrd. Doç. Dr. Şerife AĞARI'ya ilgili "Gelibolulu Âlî’nin Surnâmesinde Osmanlı Yemek Kültürü" isimli akademik çalışmaları için yürekten teşekkür eder mesleki yaşamlarında başarılar dilerim. Profesyonel mutfaklarda, ilgili araştırmalarda ve gastronomi dünyasında ihtiyacı olanlar tarafından mutlaka örnek olarak dikkate alınacaktır.
Uluslararası Gastronomi Danışmanlığı İle İlgili Diğer Bazı Makaleleri'de İncelemek İsteyebilirsiniz...
*** Yukarıda belirtilmiş olan ve yazı içeriğindeki diğer etiketlenmiş konular ile ilgili alanlarda daha fazla bilgi ve gastronomi danışmanlığı alanında hizmet almak için iletişim bilgilerimden tarafım ile bağlantıya geçebilirsiniz. ***