Avrupa’da Kahve Nedir?
Deniz Gürsoy
David Liss Kahve Tüccarı adlı romanını, 13 Mayıs 1659 tarihinde Hollanda’nın Amsterdam şehrinde romanın kahramanı olan Geertruid adlı kadının Miguel Lienzo’ya bir çanak kahve ikram etmesi sahnesiyle başlatır:
Miguel, “Bu nedir?” diye sordu; (.....)
Eliyle adamın tuttuğu kâseyi gösteren kadın, “Bu, sıra dışı bir içki” dedi. “İç bakalım.”
“İçeyim mi?” Miguel, gözlerini kısarak kâsedeki siyah renkli sıvıya baktı.
“Görünüşü tıpkı şeytan sidiği gibi, ki öyle olsaydı kesinlikle sıra dışı bir içki olurdu; gelgelelim tadının neye benzediğini öğrenmek gibi bir arzum yok.” Geertruid adama doğru eğildi; neredeyse adamın koluna sürtünecekti.
“Önce bir yudum iç, sonra sana her şeyi anlatacağım. Bu şeytan sidiği ikimizi de zengin edecek.”
Fazla uzun sürmez, kahve ikisini de zengin eder.
On yedinci yüzyıla gelindiğinde
Avrupa’da kahve pek az kişi tarafından biliniyordu. Osmanlı’ya ya da Ortadoğu’ya yolu düşen Avrupalı gezginler ticari anlaşmaların yapıldığı kahvehanelere mutlaka uğrar, en azından sokakta bakır cezveler içinde kahve satan seyyar satıcıları görürlerdi. Bu gezginler ülkelerine dönüp anılarını anlatmaya başladıkça Avrupa da kahveyle ilgilenmeye başladı.
Üzerinden tüten dumanıyla sunulan bu lezzetli ve canlandırıcı yeni içecek, tüccarlar tarafından hemen Avrupa’ya tanıtıldı. Kahve, Venedikliler tarafından Güney Avrupa’ya götürüldü. 1615 yılında Venedik’e ulaşan ilk kahveyle birlikte Avrupa kültürüne yeni bir içecek katılmış oluyordu.
On yedinci yüzyılın ilk yarısında kahve asıl olarak Venedik ve Marsilya’da içiliyordu. Buna karşın kahve ticareti yapılmıyordu. Kahve bir içecek olarak 1683 yılında Türklerin, daha doğru bir deyişle Osmanlı ordusunun Viyana kuşatması sonrası uğradığı bozgunun ardından yaygınlaşır. Viyana kuşatmasından önce kahve hiç bilinmiyordu demek doğru olmaz. Ama Viyana kuşatmasıyla Avrupa kıtasını yeni bir dalganın sardığını söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Kesin tarihler verecek olursak, 1645 yılında Venedik’te, 1650 yılında Oxford’da, 1652 yılında Londra’da, 1672 yılında Paris’te kahvehaneler açılmıştı.
13 Temmuz 1683 tarihinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Viyana kapılarına dayanmıştı. Osmanlıların Avrupa’yı ele geçirme girişimleri zorlukla önlenmişti. Türklere karşı kazanılan zaferin başkahramanı Kolschitzky adlı bir Polonyalı’ydı.
Osmanlı kuşatması altında bulunan Viyana şehrinin önde gelenleri Doğu Tüccarları Grubu’nda çalışan tercüman George Franz Kolschitzky’i şehre yardım çağırmakla görevlendirirler. Kılık değiştirerek yola çıkan George, komşu dükalıklardan asker sağlamayı başarır.
12 Eylül’de savaş alanını terk eden Osmanlı ordusunun ardında bıraktıklarının arasında yaklaşık beş yüz çuval kahve de bulunuyordu. Ancak Viyana halkı kahvenin ne olduğunu bilmiyordu. İçlerinden bir yüzbaşı, kahvenin deve yemi olduğunu iddia etti ve Tuna Nehri’ne dökülmesine karar verildi.
Çuvallar içindeki deve yemlerinin gerçekte ne olduğunu Kolschitzky iyi biliyordu. Viyanalı kurnaz tüccar, savaş sırasında yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak bu çuvalların içindekileri istedi.
Kolschitzky 1683 yılında bu Osmanlı kahveleriyle Viyana’nın ilk kahvehanesi olan Mavi Şişe’yi açtı ama Karntern Caddesi’ndeki bu kahvehanede işler ilk zamanlarda iyi gitmedi. Viyanalılar tadının acı, renginin de çekici olmamasından dolayı kahveyi önceleri beğenmemişlerdi.
Tahmin ettiğiniz gibi Kolschitzky ümitsizliğe kapılmaz. Sonunda bir gün şans ona da güler. Bir kahve fincanının içine tesadüfen düşen kesme şeker her şeyi değiştirir. Böylelikle eksik olan tat bulunmuştur. Kolschitzky yaptığı bir-iki denemeden sonra doğru karışımı bulur ve üzerine biraz süt ekleyerek ünlü Wiener Melange’ı hazırlar. Bu kahve çok tutar. Kolschitzky’nin ölümünden sonra Viyana’da Türk kıyafetleri içerisinde bir heykelini de dikerler.
Bu konuda bir başka söylem de Viyana’da ilk kahvehaneyi Johannes Diadato’nun açtığı, Kolschitzky’nin dükkânının ikinci kahvehane olduğudur. Hangisi doğru, bilemiyoruz. Biz, yine de öykümüze başladığımız biçimiyle devam edelim.
Kahve, Kolschitzky’den sonra Avrupa’ya yayılmaya başlamıştı. Ama önünde büyük bir engel vardı, çünkü o zamana kadar yalnızca Türklerin, dolayısıyla Avrupa’nın gözünde “şeytan” kabul edilen bir milletin içeceğiydi. Dindar Hristiyanlar kahveden uzak duruyorlardı, ancak kahve, papalar sayesinde rağbet gördü. Papa VIII. Clemens (1535-1605), kahveyi tattı, hoşuna gidince de, “Böylesine lezzetli bir içeceğin yalnızca kâfir Müslümanlara ait olması utanç vericidir” diyerek kahveyi vaftiz etti ve kahve böylece Hıristiyanlar için de “helal” oldu.
Bütün Avrupa ve daha sonra Amerika’da gelenek hâlini alan kahve alışkanlığının kökeni Viyana’dır diyebiliriz.
“İslamın şarabı” diye de adlandırılan kahve, gittiği memleketlere baş döndürücü kokusunu ve lezzetini götürdü ama başka başka biçimlerde pişirildi. Bugün çok tüketilen espresso, kapuçino o dönemin ürünleri.
Çaya olan düşkünlüklerine rağmen ticari boyutta kahveyle ilgilenen ilk Avrupa ülkesi İngiltere oldu. 1650 yılında Oxford’da Jacob adında bir Yahudi tarafından açılan kahvehaneyle kahve, İngiltere topraklarına da giriyor ve iki yıl sonra da ikinci kahvehane Pasqua Rosée tarafından Londra’da açılıyor. Londra’da 1700 yılına gelindiğinde iki yüz kahvehane açılmıştı.
Kahvehanelere ilk açıldıkları dönemde “kuruşluk üniversite” (penny university) deniyor. Bir peni ödeyerek girilen bu mekânlarda, neredeyse bir üniversite eğitimine denk hayat dersi almak mümkün olduğu için!
Garsonlara bahşiş verme alışkanlığı da ilk olarak İngiltere’deki kahvehanelerde ortaya çıktı. İyi bir servis ve daha güzel bir masa bekleyenler üzerinde TIPS “To Insure Prompt Service” (iyi servisi garantilemek için) yazan çanağa para koyarlardı.
Tiryakisi olduğuna göre, keyif vericiler arasında adını geçirmek kahveye yapılmış bir haksızlık değil. Belki bir de, en masum keyif verici olduğunu eklemek gerek. Ama yine de kahveden şikâyetçi olanların sayısı az değil. 1663 yılında Londra’da yayımlanmış tek sayfalık bir manzumede şöyle ifade ediliyor bir şikâyet:
Türk’leşiyor kahvede Hıristiyan erkekler Günah onların değil, bütün suç o içkide Ne büyüdür ne sihir, içlerini ısıtan O lanetli sıcaklık, cehennem ateşidir Gariptir İngilizler, her bir haltı ederler Moda olmaya görsün örümcek bile yerler.
Kahve, geleneklerine çok bağlı İngilizlerin çayın üzerine gül koklamak istememelerinden yeriliyordu.
Kahvenin Avrupa’ya yayılması, Londra’nın, deniz ticareti için en işlek limanlardan biri olduğu 17. yüzyıla rastlar. Bu iki gelişmeyi çok iyi değerlendiren Edward Lloyd, 1689 yılında Londra’da dokların yanında bir kahvehane açtı.
O zamanlar kahvehaneler iş bağlantılarının kurulmasında önemli görevler üstleniyordu. İşadamları, birçok görüşmelerini kahvehanelerde yapıyorlardı. Lloyd’un kahvehanesiyse limana yakınlığı sayesinde, kısa sürede armatörlerin, kaptanların, tüccarların ve sigortacıların uğrak yeri oldu. Ancak bu sıralarda sigortacılık yapılmasına rağmen, gemi sigortacılığı işi yapan bir şirket yoktu. Gemi işiyle uğraşanlara kahvehanesinde sessiz bir köşe ayırarak yardımcı olan Lloyd, 17l3 yılında öldükten sonra da kahvehane açık kalarak işlevini sürdürdü.
1769 yılında bir grup sigortacı Lloyd’un kahvehanesini bırakarak kendi yerlerini kurdular: Yeni Lloyd Kahvehanesi. Burada yalnızca gemi sigortası işlemleri yapacaklarını açıkladılar. Bu mekân bir süre sonra küçük gelmeye başlayınca, yetmiş dokuz kişilik bir grup aralarında para toplayarak yeni bir yere geçtiler ve Lloyd’un Kahvehanesi adını koydular.
On sekizinci yüzyılda bugünkü yapısını kazanan Lloyd’s şirketi, 1990’lı yıllarda üye sayısını otuz dokuz bine kadar yükseltti. Böylece bir kahvehane öyküsü dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden birini yarattı.
Nitekim iki yüz yıl sonra, 19. yüzyıl tarihçilerinden Jules Michelet, kahveye dair tespitlerini şu sözlerle sürdürüyordu:
Artık meyhane tahtından indirildi, o iğrenç meyhane tahtından indirildi! Halbuki daha yarım asır önce, gençlik fıçılar ve fahişeler arasında yerlerde sürünüyordu. Geceleri sarhoş şarkıları daha az duyuluyor artık, kaldırım kenarında yatan soylulara daha az rastlanıyor. İnsanı ayıltan içecek, beynin muhteşem besini kahve, alkollü içeceklerin aksine, saflığı ve aydınlığı çoğaltıyor; o kahve ki kuruntu ve vehmin bulanık ağırlığını defediyor; o kahve ki her gerçeği şimşeğiyle aydınlatıyor.
Bu yeni içecek, 17. yüzyıl İngiltere’sinde “anti-erotik bir içki” sloganıyla yaygınlaştı. Hatta cinsel enerjiyi iktidarsızlığa yol açacak derecede azaltması özelliği nedeniyle cinsel ilişkide bulunması yasak olan ruhban sınıfına da tavsiye edildi.
Kahvenin cinsel gücü azalttığına dair kanaat yayıldıkça bu durumdan rahatsız olanlar da ortaya çıktı. 1674 yılında İngiltere’de kadınlar tarafından dağıtılan “Kahveye Karşı Olan Kadınlar Bildirisi”nde şöyle bir cümle de geçiyordu:
Erkekler kahvehanede bu feci içkiyi sürekli olarak öylesine yudumluyorlar ki, eve döndükleri zaman uzun burunlarından başka nemli, mafsallarının dışında kasılmış ve kulaklarının haricinde de dikilmiş başka bir şeyleri olmuyor.
Onların asıl şikâyeti eşlerinin bütün zamanlarını kahvehanelerde geçirmesi olsa gerek. Bir yıl sonra Kral II. Charles toplumsal ve ahlaki düzeni bozdukları gerekçesiyle anarşi yuvası olarak gördüğü kahvehaneleri kapatmaya kalkışır ama büyük toplum baskısı sonucu bu karar on bir gün sonra geri alınır.
Sınırlarından içeri girdiği hemen hemen her ülkede kahveyi beğenenler kadar kötüleyenler de oldu. Yobaz din adamları yalnız müslümanlar değil, Papa dahil diğer dinlerin temsilcileri dekahvenin baş düşmanı oldular.
Süleyman Ağa, Avcı lakabıyla anılan IV. Sultan Mehmed’in 1669 yılında Fransız Kralı XIV. Louis döneminde gönderdiği Türk elçisiydi. Çok hoş sohbetti ve nüktedanlığıyla tanınırdı. Süleyman Ağa yalnızca Türk kahvesini değil, Türk sosyal hayatının sıcaklığını da ihraç etmiş olmalı ki, onun konağına kahveye davet edilmek özel bir anlam kazandı.
Türk kahvesinin lezzetinin yanı sıra kültürünü, sohbetini, hatırını da paylaştığı için, Paris sosyetesi için Hoşsohbet Nüktedan Süleyman Ağa’ya kahve misafiri olmak bir ayrıcalık sayılıyordu.
Laf aramızda, o zamanki Paris sosyetesinin şuh hanımlarının oluşturduğu kuyruğa rağmen, Süleyman Ağa’nın devlet işlerinde başarılı olacak vakti nereden bulduğu hâlâ çözümlenebilmiş değildir. Süleyman Ağa’nın huzura kabul ettiği ana-kız ikililerine kahve ikramı bittikten sonra şöyle cevap verdiği kayıtlardadır: Yarın muhterem validenizi bırakıp yalnız geliniz, soruna bir çareyi muhtemeldir ki birlikte biraz vakit koyarak bulabiliriz.
1672 yılında Pascal adındaki Ermeni asıllı Osmanlı, Paris’te St. Germain yakınında küçük sempatik bir kahvehane açtı. Bu kafe Paris’in ilk kafesidir. Kahvenin tarihinde 1683 yılı, bu uyarıcının yeni bir kıtaya hızla yayılmak üzere girişini ve pek çok kahvehanenin açılışını ifade etmektedir. Gayet doğal olarak bu toplanma yerleri, pek çok ünlünün buluştuğu mekânlar hâlini aldı. 1684 yılında Francesco Procopio dei Coltelli adlı Sicilya kökenli bir İtalyan tarafından Paris’te açılan Café Procope, Fransız kafelerinin tipik örneğini oluşturur. Aynaları, mermer masaları ve kristal avizeleriyle bu kafe, bütün Fransız kafelerine model olmuştur. Fransız sanatçılar, filozoflar, diplomatlar, politikacılar ve devlet adamları buralarda buluşup otururlardı.
Diğer yandan politik hareketler için de bir merkez oluşturuyordu.
Hatta sonradan bazı düşünürler, “Eğer Fransa’daki kafeler olmasaydı, belki de Fransa’da hâlâ monarşi rejimi devam ediyor olacaktı” diyecek kadar olayı önemsediler.
Batıda, en güçlü kahve geleneğine sahip olan ülkelerin başında Fransa geliyor. Ne de olsa, Fransız ihtilali bile, kahvehanelerde (Café des Patriotes) planlanmış. Bu yüzden olsa gerek, Fransa, dünyaca ünlü edebiyat ve felsefe üstatlarının, yaşamları boyu her gün gittikleri ve hep aynı masaya oturarak en önemli eserlerini yazdıkları kafelerle dolu. Buna rağmen, Fransa’da en popüler olan kahvehaneler, birçoğumuzun sandığı gibi, şehri ziyaret edenlerin bayıldığı, şık kafeler değil, Fransızların sürekli gittiği, çinko tezgâhlar üzerinde ayaküstü kahve içilen “istasyon kahveleri”.
Almanya’daki ilk kahvehane 1679 yılında Hamburg’da açılmış, bunu diğer şehirlerde açılanlar izlemiştir.
On yedinci ve 18. yüzyılda kahve bütün Avrupa’yı istila etmiş ve lüks maddeler arasında oldukça iyi bir paya sahip olmuştur. Kahve, artık yaygın olarak tüketilmektedir. Avrupa toplumu, bu sıralarda bir burjuva-kapitalist çekişmesi, hatta çatışması içindedir. Bu çatışmanın en yoğun olduğu Avrupa ülkeleri İngiltere, Hollanda ve Fransa’dır. Bu ülkelerde kahvehaneler burjuva mekânıdır ve buralarda kahve hâkimdir. Çikolatanın da rağbette olduğu yerler vardır. Ancak, onunkiler kahveninkilere zıttır. Coğrafi olarak Avrupa’nın güneyi, İspanya ve İtalya, yani Katolik dünyası çikolata içmektedir; tabii Protestan içeceği olan kahveye inat.
Saraylı ve aristokrat kesim, 17. yüzyılda lüks tüketim kültürüne kahveyi de ekledi. Kahve onlar için moda oldu. Aslında, saray kültürü içinde kahvenin kendisi önemli değildi, önemli olan kahvenin hazzına varma biçimi, şıklık, güzellik ve zarafeti sergileme açısından sunduğu imkânlardı. Aristokratlar arasında kahve içme ritüellerine Osmanlı kıyafetleriyle kahve içme modası bile eklendi. Aynı dönemin burjuva toplumuysa kahveyi bambaşka gözlerle algıladı. Burjuvanın ilgisini çeken, aristokrasidekinin aksine kahvenin içiş biçimi değil, kendisi, yani kahveye atfedilen özelliklerdi. Kahvenin o kadar çok yararı olduğuna inanılıyordu ki, neredeyse her derde deva ilan edilmişti.
Alkol tüketimindeki çılgınlıkla baş etmeye çalışan 17. yüzyıl Avrupa burjuvazisi uyarıcı etkisi ve zihin açıcı özelliği nedeniyle kahveyi “büyük ayıltıcı” diye coşkuyla karşıladı.
Alkolsüz sıcak içecekler kahve, çay ve çikolata Avrupa menülerindeki yerlerini almadan önce, alkollü içecekler menüde önemli bir yer işgal ediyordu. Ortaçağ’da, bayramlarda, kilise ayinlerinde, düğünlerde, vaftiz törenlerinde ve iş günlerinde çok miktarda içki içilirdi.
Patates tüketiminin yaygınlaşmasından önce, Orta ve Kuzey Avrupa’daki halkın başlıca gıda maddesi ekmek ve biraydı. Öyle ki, kahvenin yaygınlaşmaya başladığı 17. yüzyılda bir İngiliz ailesi kişi başına günde üç litre bira Develly’e ait bu taşbaskıda Versailles Sarayı’nda Osmanlı elçisi Süleyman Ağa’ya kahve servisi yapılıyor.
tüketiyordu. Avrupa’daki alkol tüketimi had safhaya ulaşmıştı. İçki âlemleri katılımcıların kendilerini kaybetmesiyle sona eriyor, masadan erken kalkmak isteyenlerse “zayıf kişiler” olarak kınanıyordu.
1890 ile 1940 yılları arasında Almanya’da iki tür kahve vardı. Bunlar Kaffee ve Bohnenkaffee diye adlandırılıyordu. Bohnen sözcüğünden sezilebileceği gibi ikinci tür kahve çok kaliteliydi ama onu da az sayıda insan içiyordu.
Türk kahvesine sunumda eşlik eden lokumun yerini, Fransa’da çikolata alıyor; kahveye çok sık arkadaşlık eden içkiyse, konyak. Hatta, konyağı kahvenin içine koyuyorlar.
Normandiya bölgesindeyse kahveye bir o kadar Calvados ekleyip içiyorlar.
İtalya’da, çikolatanın kahvenin yanındaki yerini, türlü tatta minik kurabiyeler alıyor ve İtalyanlar sabahları işlerine, dünyanın en sert kahvesi olan ristretto’yu ayaküstü ve tek yudumda kafalarına diktikten sonra gidiyorlar.
Bazıları da espressonun içine mutlaka bir düğüm yapılmış limon kabuğu şeridi atıyor. Portakal kabuğu rendesi bile atan var kahvenin içine.
Rusya’da kahvenin içine limon suyu katıyorlar. Hiç de fena olmuyor. Fas’taysa karabiber taneleri atılıyor kahveye. Yine Fas ve Etiyopya’da kahveye bir tutam tuz atmak âdeti var. İspanya’da kahveye Tia Maria likörü ekliyorlar.
Belçikalılar, diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, kahvelerini sütlü seviyorlar. Yunanistan’da kahve, (ki aslında Türk kahvesi), hâlâ mangal ateşinde, bakır cezvelerde, ağır ağır ve sürekli karıştırılarak hazırlanıyor. Osmanlı’dan kalan bu âdet, en çok, neredeyse hâlâ Osmanlı olarak kalmış olan geleneksel kahvehanelerde sürdürülüyor.
Viyana’nın kafelerindeyse, Türk kahvesi, bakır cezvede, yanında lokumu ve bir bardak suyuyla birlikte servise sunuluyor.
Amerika’daki ilk kahvehanenin 1689 yılında Boston’da açıldığı bilinse de (London Cafe), Amerika’da ilk kahvehane ruhsatı 1670 yılında Massachusetts Eyaleti’nde Dorothy Jones adlı birine verilmiştir. Kafenin adı “Londra”ydı.
1647 yılında Hollandalı Peter Stuyvesant New York’a (o zamanki adı New England) gelir ve çay ticaretine başlar. Kısa sürede çay alışkanlığı yayılır. Stuyvesant da köşeyi döner. Doğu Hindistan Kumpanyası 1773 yılında Amerika’ya çay ticaretinin tekel hakkını İngiliz hükümetinden alır. Tabii bu arada eski çay dağıtıcıları yerine yeni bayiler oluşturulur. Eski çay tüccarları işsiz kalınca kahve satmaya başlarlar.
Derken tam bu sırada otuz yıl savaşlarında boşalan hazineyi tekrar doldurmak için İngiliz hükümeti Amerika’daki kolonilere sevkedilecek çayların vergisini yükseltir. (The Townsend Act, 1767). Kahve satıcılarına fırsat doğmuştur. Hemen İngiliz çayını boykot kampanyaları düzenlenir. Toplum kahve içmeye yönlendirilir. Ancak, o yıllarda çay yine de tekstil ve makineden sonra Amerika’nın üçüncü önemli ithal kalemidir.
1773 yılında çayın gümrük tarife ve şartlarını yeniden düzenleyen Çay Kanunu (Tea Act) bardağı taşıran son damla olur. 16 Aralık 1773 günü çoğu Benjamin Franklin’e yakınlığıyla bilinen bir mason locası mensupları olduğu tahmin edilen, kızılderili kılığına girmiş silahlı kişiler Boston limanına çay boşaltmak üzere yanaşmış üç İngiliz gemisindeki 342 balya çayı üç saatte denize dökerler. İşte, bu olay Boston Çay Partisi (Boston Tea Party) olarak tarihe kaydolur. Bu olayın asıl önemi Amerika’yı İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşına götürecek milli duyguların yeşermesini sağlamış olmasıdır.
İşte, Amerikan toplumunun, şu anda çay değil de dünyanın en çok kahve içen toplumlarından biri olmasının altında yatan hikâye budur. İngiliz hegemonyasından kurtulmak için, “Sen çay mı içiyorsun? Ben senden değilim, kahve içiyorum” derler ve tepkilerini gösterirler.
1774 yılında New Yorklular, Merchant’s Coffee House’da bir araya gelerek bir komite oluşturdular. Bu komitenin görevi İngilizlere karşı sömürge savaşını başlatmak üzere diğer eyaletlerle görüşmekti. Ayrıca, Amerikan Anayasası’nın Massachusetts Eyaleti tarafından onaylanması da aynı kahvehanede gerçekleşmiştir (1788).
İrlanda kökenli Amerikalı yazar Carson Mc Cullers, Hüzünlü Kahve’nin Türküsü adlı uzun öyküsünde Amerika’da bir kasabadaki kahveyi ve kasabalılar için değerini şöyle anlatır:
Kahveyi kahve yapan yalnızca sıcaklığı, süslemeleri, parıltısı değildi. Kahvenin kasaba için bu denli değerli oluşunun daha derinde yatan bir nedeni vardı. Bu yörelerde önceleri pek tanınmayan bir duygu, gururdu, bu neden. Gururu anlayabilmek için dünyada insan yaşamına ne denli ucuz fiyat biçildiğini akıldan çıkarmamak gerekir.
Bir imalathanenin çevresinde toplanmış pek çok insan vardır hep. Ama bir ailenin yaşamını sürdürmesine yetecek kadar yiyeceğinin, giyeceğinin, yağının olduğu enderdir. Yaşam, varlığını sürdürebilmek için gerekli olan şeyleri elde etmeye yönelik uzun, belirsiz bir çabalamaya dönüşebilir. Burada insanın aklını karıştıran nokta şudur: Yararlı her şeyin bir bedeli vardır, yalnızca parayla satın alınabilir. Düzen böyledir. Düşünmeden bir balya pamuğun, bir litre benzinin fiyatını bilirsiniz.
Fakat insan yaşamına değer biçilmemiştir. Bize bedava verilir, bir şey ödenmeden de geri alınır. Çevrenize baktığınızda, ya çok önemsiz bir değer biçilmiştir, ya da hiç... Çalışır çabalarsınız, bakarsınız ki iyiye giden, düzelen hiçbir şey yoktur. O zaman içinizde bir yerlerde hiçbir değer taşımadığınız duygusu yerleşir.
Oysa, kahvenin kasabaya getirdiği gurur hemen herkesi etkilemişti, çocukları bile. Kahvede oturmak için yemek yemek, hatta bir kadeh içki içmek zorunluluğu yoktu. Yalnızca beş sente alabileceğiniz içkiler duruyordu şişelerde. Bütçeniz 50 Sağda, New York’ta 1772-1804 yılları arası kahve ticaretinin merkezi olan Merchant’s Coffee House’lardan biri.
buna da yetmezse, Miss Amelia’nın kiraz suyu dediği, bardağı bir peniye satılan pembe renkli, tatlı bir içecek vardı. Bütün kasaba halkı, Peder T. M. Will’in dışında en azından haftada bir gün uğrardı kahveye. Hani çocuklar bir başkasının evinde kalmaktan ya da komşunun sofrasında yemekten büyük tat alırlar; böyle durumlarda uslu biri olur çıkarlar, kendileriyle, gururlanırlar ya; kasaba halkı da kahvede otururken benzer duygular taşırdı.
Miss Amelia’nın kahvesine gelmeden önce yıkanır paklanırlar, içeri girmeden önce kapı eşiğinde özenle ayakkabılarını temizlerlerdi. Burada en azından birkaç saatliğine, kahredici değersizlik duygusundan kurtulurdunuz.
Yukarıdaki alıntı, kafelerin bir içecek etrafında ne kadar büyük ve derin bir sosyal örgü ördüğünün belki de en güzel kanıtını, sosyal dayanışmanın en güzel örneklerinden birini barındırmasını gözler önüne seriyor.
İtalya’nın Venedik şehrinde kahveye giriyorsunuz ve şöyle diyorsunuz garsona, Due caffe, uno sospero. Yani, “İki kahve, biri askıda”. Sistem şöyle işliyor: İki kahve parası verip bir kahve içip çekip gidiyorsunuz. Gerisi sisteme emanet. Sistem, gerisini nasıl mı çözüyor? Basit. Garson duvardaki çiviye bir küçük kâğıt asıyor. Bir gün birisi gelip bir kahve ısmarlıyor ama içecek parası yok. Gidiyor askıdan (çividen) bir küçük kâğıt alıp garsona veriyor ve hesap ödenmiş oluyor. Var mı bundan güzel toplumsal dayanışma? Yardımı veren ile yardımı alan yüzleşmiyor.
Churchill’in kadın muhalifleriyle atışmaları ünlüdür. Lady Astor kürsüde konuşan Churchill’e laf atar:
Eğer kocam olsaydınız, kahvenize zehir katardım! Churchill şöyle cevap verir:
Eğer kocanız olsaydım, kahveyi sevinerek içerdim!
Has aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR olarak kaynak gördüğüm:
Sn. Deniz Gürsoy 'a ilgili "Avrupa’da Kahve" isimli akademik çalışmaları için yürekten teşekkür eder mesleki yaşamlarında başarılar dilerim. Profesyonel mutfaklarda ve aşçılık camiasında ihtiyacı olanlar tarafından mutlaka örnek olarak dikkate alınacaktır.
Profesyonel mutfaklarda aşağıdaki kaynak yazıları 'da okumak isteyebilirsiniz...