• Osmanlı Bilim Adamlarından Bazıları

 
Osmanlı Bilim Adamları
Alpaslan İbrahim Yalçınkaya
 
MOLLA FENARİ (D. NİSAN 1350 – Ö. 15 MART 1431)1
 
Maveraünnehir’de Nisan 1350 yılında doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Fenari nisbesi hakkında kaynaklarda farklı görüşler bulunmaktadır. Bu nisbenin, Maveraünnehir bölgesinde ya da Bursa civarında Yenişehir ile inegöl yakınlarındaki Fenar köyünden geldiğini söyleyenler bulunduğu gibi babasının fenercilik mesleğiyle ilgili olduğunu ileri sürenler de vardır. Kahire'de ondan icazet alan İbn Hacer el-Askalanl'nin İbnü'I-Fenari diye tanındığını belirtmesi, Zeynüd din el-Hafi'nin halifesi İbn Ganim el-Kudsi'ye gönderdiği Arapça bir şiirinde kendisinden İbnü'I-Fenari diye söz etmesi babasının da bu nisbeyle anıldığını göstermektedir.
 
Molla Fenari, ilk öğrenimini babasının yanında tamamladıktan sonra İznik'te Alaeddin Ali Esved'in derslerine devam etti. Hocasıyla arasında geçen ilmi bir tartışma yüzünden oradan ayrıldı ve Amas- ya'ya gitti. Amasya'da Osmanlı Bilim Adamlarından Cemaleddin Aksarayi'nin öğrencisi oldu ve 1376 yılında kendisinden icazet aldı. Ardından Seyyid Şerif el-Cürcani ile birlikte gittiği Kahire'de başta Ekmeleddin el-Baberti olmak üzere çeşitli alimlerden şer'i ilimleri tahsil etti. Baberti'den de icazet aldıktan sonra Bursa'ya döndü. 
 
Yıldırım Bayezid tarafından Manastır Medresesi müderrisliği ve bunun yanı sıra 1393’de Bursa kadılığı ile görevlendirildi. Bu vazifesini on yıl kadar sürdürdü. Ankara Savaşı'nın ardından Timur'un askerleri Bursa'yı ele geçirince daha önce Yıldırım Bayezid'in esir alıp hapsettirdiği Karamanoğlu Alaeddin Bey'in iki oğlu II. Mehmed Bey ve Ali Bey hürriyetine kavuşmuş ve Timur tarafından Karaman lı ülkesinin yönetimine getirilmişti. 
 
Molla Fenari de muhtemelen Mısır seyahati dönüşünde Konya ve Karaman'a uğradığında tanıştığı Mehmed Bey'le Karaman'a gitti. Orada on yıldan fazla bir müddet ders verdi. 1414’de Bursa'ya döndü ve Çelebi Sultan Mehmed devrinde 1415 yılında ikinci defa Bursa kadılığına getirildi. 1419’da çıktığı hac seyahatinden dönerken Kahire'ye uğradı ve el- Melikü'I Müeyyed Şeyh el-Mahmudi'nin isteğiyle bir süre orada kaldı. Kahire'de bulunduğu sırada dönemin önde gelen alimleriyle ilmi müzakerelerde bulundu ve ders verdi. 
 
1420 yılında Mısır'dan ayrılan Molla Fenari, Kudüs'e uğradıktan sonra Bursa'ya döndü ve eski görevine devam etti. II. Murad tarafından 1425’de müftülük vazifesine tayin edildi. 1430 yılında yaptığı ikinci hac yolculuğunda da Kahire'ye uğrayan Molla Fenari buradaki alimlerle ilmi görüşmeler yaptı. Döndükten kısa bir süre sonra 15 Mart 1431 tarihinde Bursa'da vefat etti. Cenazesi kendi yaptırdığı cami- nin haziresine defnedildi. Öğrencileri arasında oğlu Mehmed Şah Fenari, Şehabeddin İbn Arabşah, Kadızade Rumi, Kutbüddinzade izniki, Kafiyeci, Emir Sultan, Molla Yegan ve İbn Hacer el-Askalani gibi alimler bulunmaktadır.
 
Molla Fenari, Osmanlı Devleti'nde tasavvufa ilgi duyan ilmiye mensuplarının önde gelenlerindendir. Tasavvuf kültürüne olan yakın ilgisi bazı eserlerinde açıkça görülür. Tasavvufi düşüncelerinin şe killenmesinde Muhyiddin İbnü'I-Arabi'nin tesiri vardır ve İbnü'I-Arabi'ye nisbet edilen Ekberiyye mektebinin görüşlerini Anadolu'da temsil eden alimler arasında yer almaktadır. Babasından Sadreddin Konevi'nin Miftahu'l-gayb'ını okumuş. 
 
Fenari ayrıca hem Miftahu'l-gayb'ı hem de İb nü'I-Arabl'nin Fuşuşü'l-hikem'ini akutmuştur. Fahreddin er-Razi ekolüne bağlı olup Razi'nin geliştirdiği İbn Sinacı sistemin Osmanlı geleneğine taşınmasında önemli rol oynamıştır. Gerek devlet erkanının gerekse halkın saygı gösterdiği ve maddi durumu iyi olmasına rağmen sade bir hayat yaşadığı nakledilen Molla Fenari geçimini sağlamak için ipekçilikle meşgul olmuştur. Fenari'nin vefat ettiğinde 10.000 ciltlik bir kütüphane bıraktığına dair rivayet edilir. 
 
Molla Fenari, Kudüs'te bir medrese ile.Bursa'da üç mescid ve bir medrese yaptırmış, Oğullarından Mehmed Şah Fenari de alim olup çeşitli eserler telif etmiş. Yusuf Bali ise müderrislik ve kadılık görevlerinde bulunmuştur. Osmanlı Devleti'nde ilmiye sınıfına tanınan imtiyazlar ilk defa II. Murad tarafından Molla Fenari ailesine verilmiştir.
 
KADlZADE-İ RUMİ (1337 – 1432)2
 
1 Daha detaylı bilgi için bkz...(Aydın, İbrahim Hakkı(2005), “Molla Fenari”, TDVİA, Cilt.30, s. 245-247) 2 Daha detaylı bilgi için bkz...(Fazlıoğlu, İhsan(2001), “Kadızade-i Rumi”, TDVİA, Cilt.24, s.98-100)
 
Ulema sınıfından gelen babasının ölümü üzerine dedesi Kadı Mahmud Çelebi tarafından yetiştirildiği için Kadızade lakabıyla anılmaktadır; bu lakapla tanınmadan önce Musa Paşa veya Musa Çelebi diye biliniyordu. Dini ve akli ilimleri dedesinden ve meşhur Osmanlı alimi Molla Fenari'den okudu. Ardından dedesinin öğrencilerinden Bedreddin Simavi ile birlikte Konya'ya giderek Müneccim Fey- zullah'tan astronomi dersleri aldı. Anadolu'daki hocalarından biri de Saferşah er-Rumi'dir. 1400'1ü yılların başlarında aile fertlerinin karşı çıkmasına rağmen hacası Molla Fenari'nin teşvikiyle, Meraga matematik-astronomi okulunun ilmi mirası çerçevesinde canlılığını koruyan Maveraünnehir ve Horasan bölgesine giderek 1411 itibaren Semerkant'ta, dönemin önde gelen alimlerinden kelamcı, matematikçi Seyyid Şerif el- Cürcani'nin derslerine devam etti.
 
Ancak daha sonra her meseleye matematikçi gözüyle bakması yüzünden hocasıyla anlaşmazlığa düşüp dersini bıraktığı ve onun ünlü eseri Şerhu'l-Mevakıf'taki çeşitli fikirlerini eleştirdiği bilinmektedir. Bunun üzerine Cürcani'nin, "Kadızade'nin tabiatma riyaziyyat galip gelmiş" dediği rivayet edilir. Bu ifadesiyle onun, var olanın bilgisine ulaşmak için uygulanan tabii ve kelami yönteme karşı Kadızade'nin hendesi çizgideki riyazi tavrı benimsediğini belirtmek istediği anlaşılmaktadır. Nitekim Kadızade'nin tabii ve kelami çerçevede herhangi bir eser vermemesi de bunu göstermektedir. Semerkant'ta Uluğ Bey ile tanışan Kadızade kısa zamanda hükümdarın sevgi ve saygısını kazanarak özel hocası oldu, ardından Uluğ Bey Medresesi'nin başhocalığına ve Cemşid el-Kaşi'den sonra o dö- nemde inşa edilen Semerkant Rasathanesi'nin başına getirildi. 
 
Derslerine Uluğ Bey ve diğer hocaların da katıldığı Kadızade ilmi özerkliğe büyük önem verirdi. Uluğ Bey'in kendisinden habersiz olarak bir müderrisi görevden alması yüzünden ders vermeyi bırakmış ve sebebini sorunca da Uluğ Bey'e, "Ben tavsiye üzerine, kural olarakazlin söz konusu olmadığı bir görev üstlendim. Şu ana kadar da müderrisliğin böyle olduğunu sanıyordum. Ancak bu işte de azlin uygulandığını gö- rünce görevi bıraktım" cevabını verdi. Bunun üzerine Uluğ Bey müderrisi görevine iade etti ve bir daha müderris azletmeyeceğine dair söz verdi, Kadızade de yeniden ders vermeye başladı. Semerkant'taki faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi bulunmayan Kadızade'nin ölüm tarihi de kesin olarak bilinmemekte, fakat çeşitli ansiklopedilerde Abdülhak Adnan Adıvar'dan alındığı anlaşılan 1412 yılına rastlanmaktadır. Ancak onun, talebesi Fethullah eş-Şirvani'ye verdiği icazetnamenin 13 Eylül 1440 tarihini taşıması bu sırada hayatta olduğunu göstermektedir.
 
Kendi dönemi ve muhitindeki kelami ve tasavvufi yaklaşımları yakından bilen Kadızade. riyaziyyata yatkınlığı sebebiyle bu çizginin en iyi temsil edildiğini düşündüğü Maveraünnehir bölgesine gitmiştir. Uluğ Bey'in kendisine teveccühünde de meşrep yakınlığı önemli rol oynamıştır. Burada yetiştirdiği öğrencilerin Orta Asya İslam-Türk kültürü ve İran kültür bölgesindeki etkileri henüz tam olarak orta- ya konulmuş değildir. Ancak talebelerine Osmanlı ülkesine gitmeleri için telkinde bulunmuş. 
 
Ali Kuşçu ve Fethullah eş-Şirvani onun yönlendirmesiyle Anadolu'ya gelirken Semerkant matematik- astranomi okulunun zengin birikimini de birlikte getirmişlerdir. Böylece Kadızade, başka bir coğrafyada ilmi faaliyette bulunsa da öğrencileri vasıtasıyla asıl vatanına hizmet etmiş, bu sebeple Taşköprizade Ahmed Efendi onu Osmanlı ulemasının ikinci tabakasına yerleştirmiştir. Ayrıca Kadı zade'nin geometriyle ilgili Şerhu Eşkali't-te'sis'i ile astronomiye dair Şerhu'l Mülahhaş fi 'ilmi'l- hey'e'si. Osmanlı medreselerinde orta seviyede ders kitabı olarak okutulmuştur. Böylece Osmanlı ilim hayatını hem talebeleri hem eserleriyle zenginleştirip yönlendiren Kadızade. Osmanlı ilim muhitinde yetişen gerçek anlamda ilk özgün matematikçi ve astronom sayılır.
 
Kadızade'nin en önemli astronomi faaliyeti. Semerkant Rasathanesi'ndeki çalışmalara katılması ve Zic-i Uluğ Bey'in telif heyetinde yer almasıdır. Bir ekip çalışması olan Zic'deki katkısı bütün ayrıntılarıyla tesbit edilmemekle birlikte Cemşid el-Kaşi'den sonra rasathanenin başına geçerek gözlemlere ve bunlara dayalı matematik astronomi hesaplamalarına bizzat nezaret etmesi Kadızade'nin bu eserin hazırlanmasında önemli bir rol oynadığını göstermektedir.
 
Çağmini'nin eserine yazdığı şerhin mukaddimesinde onun astronomiyle ilgili yaklaşımına karşı çıkan Kadızade'ye göre fiziki varlıklardan yalnız dünyanın küre olma durumu incelenebilir. Bu konudaki görüşler de müelliften müellife değişir. Ayrıca astronominin nihai hedefi gök cisimlerinin incelenmesidir, dolayısıyla yeryüzü ile uğraşmak doğru değildir. Onun Şerhu'l-Mülahhaş fi 'ilmi'l- hey'e adlı eserinin mukaddimesindeki, "Zamanımızda hakikate ilişkin ilimlerin öğretildiği mekanlarla talime ilişkin mekanlardan özellikle riyazi olanların kökü kazındı" cümlesinden daha çok Nasirüddin-i Tusi'nin eserlerinin temsil ettiği fizikçi ve matematikçi görüşlerin sentezini oluşturan İbn Heysemci astronomi çizgisinden rahatsızlık duyduğu anlaşılmaktadır. Kadızade'nin bu tutumu. öğrencisi Ali Kuşçu'nun er-Risaletü'l-fethiyye fi 'ilmi'1-hey'e ve Şerhu't-Tecrid adlı kitaplarında İbnü'l-Heysemci çizgiyi ortadan kaldırmaya çalışmasıyla daha da belirgin duruma gelmekte ve bu iki alimin eserlerinin birbirini tamamladığı görülmektedir. Nitekim bu eserler Osmanlı medreselerinde birlikte okutulmuştur.
 
SABUNCUOĞLU ŞEREFEDDİN (1386 – 1468)3
 
1465 yılında yazdığı Cerrahiyye-i İlhaniyye'de seksen üç ve 1468 kaleme aldığı Mücerrebname'de seksen beş yaşında olduğunu belirtmesinden hareketle 1386 yılında doğduğu söylenebilir. Bugün Amasya'da Sabuncuoğlu (Hacı İlyas) denilen bir mahallede adı yaşayan ünlü bir hekim ailesine mensup olup Çelebi Sultan Mehmed'in hekimbaşısı Sabuncuoğlu Mevlana el-Hac İlyas Çelebi Bey'in torunudur. Amasya Darüşşifası'nda muhtemelen Burhaneddin Ahmed en-Nahcuvani'den eğitim görmüş, orada on dört yıl hekimlik yaptıktan sonra Candaroğlu İsfendiyar Bey zamanında 1385-1440 bir süre Kastamonu'da bulunmuş, Cerrahiyye-i İlhaniyye'yi yazdığında İstanbul'a giderek kitabını Fatih Sultan Mehmed'e sunmuş, dönüşünde de Bolu, Gerede ve Tosya'ya uğramıştır. Son eseri Mücerrebname'yi 1468 yazdığına göre bu tarihten sonra vefat etmiş olmalıdır.
 
Osmanlı bilim dünyasında yeterince tanınmayan Sabuncuğlu'nun adına ilk defa cerrah İbrahim b. Abdullah'ın 1505 tarihli Alaim-i Cerrahin adlı eserinde rastlanmaktadır. İbrahim b. Abdullah, burada onun adını vererek Mücerrebname'den aldığı kadın hastalıklarında kullanılan bir süpozituvarın formülünü açıklamaktadır. Sabuncuoğlu'nun öğrencilerinden Gıyas b. Muhammed İsfahani de II. Bayezid'e ithaf ettiği Mir'atü'ş-şıhha adlı kitabında hocasının tıptaki başarılarını överek onu örnek aldığını belirtmiştir. Amasya'da yaşamış olması ve eserlerini o günün bilim dili olan Arapça yerine Türkçe yazması Sabuncuoğlu'nun yeteri kadar tanınmamasının başlıca sebepleridir.
 
MİMAR MÜSLİHİDDİN AĞA (1400’lü yıllar)
 
Adına pek rastlanmayan bilgin; Fatih Sultan Mehmed zamanında yaşadığı ve İstanbul’un fethi için hazırlanan Şahi toplarının çiziminde Fatih Sultan Mehmed’e yardım etmiştir. Osmanlı ülkesine derin katkıları olan Mimar Sinan’ın da aynı zamanda hocasıdır.
 
ALİ KUŞÇU (1400/1403 – 15 Aralık 1474)4
 
Asıl adı Alaeddin Ali. babasının adı Muhammed'dir. Doğum yeri ve tarihi tam olarak bilinmemekle beraber XV. yüzyıl başlarında Semerkant'ta dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Babası, Uluğ Bey'in doğancıbaşısı olduğu için "kuşçu" lakabıyla anılmıştır. Kendisi de büyük bir alim olan ve alimleri koruyan Uluğ Bey, Ali Kuşçu'yu ya doğrudan doğruya babası vasıtasıyla veya aslen Bursalı olan ve tahsil için Maveraünnehir'e giden Kadizade-i Rumi aracılığıyla tanıyarak ona ders verdi. 
 
Dolayısıyla o, matematik ve astronomi alanındaki temel bilgileri Semerkant'ta Uluğ Bey, Kadizade-i Rumi ve Gıyaseddin Cemşid'den aldı. Rivayete göre, bir türlü ilme doymayan Ali Kuşçu, Uluğ Bey ve Kadizade'den izin alamama endişesiyle gizlice Kirman'a gitti. Orada birçok kitabın yanı sıra Nasirüddin-i Tüsi’nin Tecridü '1- kelam adlı eseriyle şerhini de okuma fırsatı buldu ve daha sonra Tüsi’nin eserini Şerhu't-Tecrid adıyla şerhederek Ebü Said Han’a takdim etti. Tekrar Uluğ Bey'in yanına döndüğünde ona Kirman'da kaleme aldığı Hallü eşkali'l-kamer adlı risalesini sunarak takdirini kazandı. Bundan sonra ilmini ilerletmek üzere Uluğ Bey tarafından Çin'e gönderildiği ve dönüşünde dünyanın yüzölçümünü, ayrıca meridyeni hesap ettiği bilinmektedir.
 
3 Daha detaylı bilgi için bkz...(Yıldırım, Nuran(2008), “Sabuncuoğlu Şerefeddin”, TDVİA, C.35, s.358-359) 4 Daha detaylı bilgi için bkz...(Aydın, Cengiz(1989), “Ali Kuşçu”, TDVİA, C.2, s.408-410)
 
Uluğ Bey’in öldürülmesinden 1449 sonra koruyucusuz kalan Ali Kuşçu, Timurlular'ın sarayından ayrılarak hac maksadıyla Mekke'ye giderken Tebriz'e Uğradı. Burada Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'dan büyük ilgi gördü ve elçilik göreviyle Fatih Sultan Mehmed katına gönderildi. ilmine hayran olan Fatih'in ısrarı üzerine elçilik görevini tamamladıktan sonra istanbul'a döndü ve yol boyunca büyük törenlerle, armağanlarla karşılandı. Fatih 1473'te Uzun Hasan üzerine yaptığı sefere birlikte götürdüğü Ali Kuşçu'yu dönüşte Ayasafya Medresesi'ne müderris tayin etti. Bu tayin istanbul'da astronomi ve matematik alanındaki çalışmalara canlılık getirmiş, hatta Ali Kuşçu'nun derslerini ilim adamları dahi takip etmişlerdir.
 
Ali Kuşçu'nun Fatih zamanında Molla Hüsrev'le birlikte Semaniye medreselerinin programını düzenlemeye memur edildiği de rivayet edilmektedir. istanbul'un boylamını. eskiden belirlenmiş olan 60 derecelik değeri düzeltip 59 de- rece, enlemini de 41 derece 14 dakika olarak tesbit ettiği bilinmektedir. Fatih Camii'nde de bir basitesi (güneş saati) vardır. Ali Kuşçu 15 Aralık 1474 istanbul'da vefat etti ve Eyüp Sultan Türbesi civarına defnedildi. Yetiştirdiği talebeler arasında tarunu Mirim Çelebi ile Molla Lütfi meşhurdur.
 
MİRİM ÇELEBİ (1450 – 1525)5
 
Mirim (Mirem) Çelebi, Osmanlı döneminde Kadızade-i Rumi ve Ali Kuşçu'dan sonra yetişen en önemli matematikçi astronomlardan biridir. Asıl adı Mahmud'dur. Kadızade'nin oğlu olan dedesi Muhammed Semerkant'ta Ali Kuşçu'nun kızıyla evlenmiş, fakat erken yaşta vefat etmişti. Mirim Çelebi'nin babası Kutbüddin Muhammed, dedesi Ali Kuşçu ile birlikte İstanbul'a gelerek burada Hocazade Muslihuddin Efendi'nin kızıyla evlendi ve bu evlilikten Mirim Çelebi doğdu. Kut büddin Muhammed'in de Bursa Manastır Medresesi müderrisi iken oldukça genç yaşta ölmesi üzerine Mirim Çelebi'yi dedesi Hocazade yetiştirdi ve onun Sinan Paşa gibi alimlerden ders almasını sağladı. 
 
önceleri Gelibolu, Edirne, Bursa ve İstanbul medreselerinde müderrislik yapan Mirim Çelebi, özellikle matematik ve astronomi alanında döneminin en büyük otoritesi olduktan sonra II. Bayezid tarafından saraya davet edildi ve ona riyaziyyat okuttu. Yavuz Sultan Selim döneminde Anadolu kazaskerliğine getirildiyse de 1519 kısa bir süre sonra 100 akçe maaşla emekliye sevkedildi. Hayatının sonlarına doğru hacca gitti ve dönüşünde Edirne'ye yerleşti. Burada vefat etti 1525 ve Tunca kıyısındaki Kasım Paşa Camii'nin haziresine gömüldü.
 
Tarih ve edebiyat alanlarında da söz sahibi olan Mirim Çelebi, ilmi zihniyet itibariyle dedeleri Kadızade-i Rumi ile Ali Kuşçu'nun temsilcisi oldukları Semerkant matematik, astronomi okulunun çizgisini takip ediyordu. Ancak özellikle optik (ilm-i menazir) alanında yazdığı Risale fi'l-hale ve kavsi kuzah adlı eserinde görüldüğü gibi ilmi yöntemde daha çok İbnü'I-Heysem'in riyazi-tabii ilimlerde uyguladığı sentez yöntemini (terkib) benimsemişti. Bu da onun, Kadızade'nin saf riyazi- hendesi yönelimiyle Ali Kuşçu'nun kelami - riyazi bakış açısını kısmen terkettiğini göstermektedir. Eserlerinden anlaşıldığı üzere klasik İslam kültüründeki farklı ilmi tavırlardan haberdar olan Mirim Çelebi fizikçiler. 
 
matematikçiler ve kelamcılarla İbnü'I-Heysem ve Kemaleddin el-Farisi'nin yanında özellikle İbn Sina ile Fahreddin er-Razi'nin görüşlerini olumlu veya olumsuz her anlamda dikkate almış. bu arada hem kendi görüşlerini ve tercihlerini ortaya koymaktan çekinmemiş. hem de matematik ilimlerinin teknik ayrıntılarına özgün katkılarda bulunmuştur. Mirim Çelebi'nin günümüze ulaşan eserleri çoğunlukla astronomi, astroloji ve optik alanlarına aitse de iyi bir matematikçi olması sebebiyle incelediği konuları daima geniş şekilde matematik tahlillerle ele almıştır. Nitekim Kadızade'nin Şerhu'l-Mülahhaş fi 'ilmi'l-hey'e adlı eserinin "tedaris" (dünyadaki en yüksek dağın yerkürenin çapına oranı) konusunu işleyen kısmını incelediği çalışmasında bu sorunu matematik yardımıyla çözmüştür.
 
PİRİ REİS (1465 – 1553)6
 
5 Daha detaylı bilgi için bkz...(Fazlıoğlu, İhsan(2005), “Mirim Çelebi”, TDVİA, C.30, s.160-161) 6 Daha detaylı bilgi için bkz...(Bostan, İdris(2007), “Piri Reis”, TDVİA, C.34, s.283-285)
 
Piri Muhyiddin b. Hacı Mehmed, Gelibolu'da dünyaya geldi. Amcası Kemal Reis'le beraber bulunduğu yıllar dikkate alınarak 1470 civarında doğduğu ileri sürülebilir. Hayatına dair bilgiler daha çok Kitab-ı Bahriyye'de kendisiyle ilgili beyanlara dayanır. Burada anlatlığına göre Kemal Reis'le birlikte Venedik'e ait kale ve sahiller başta olmak üzere bütün Akdeniz'de korsanlık yaptı ve daha sonra devlet hizmetine girdi. Bu faaliyetleri sırasında Toulon'un güneydoğusundaki izledare/Üçadalar yakınında üç tüccar gemisine (barça) el koyup Tunus'ta sattılar ve Mayorka adası yakınlarında bir gözcü kalesi aldılar. Sicilya'nın batısındaki Terranova (Yenişehir) önünde üç gemiyi ele geçirdiler. Ancak Malta'nın güneyindeki Pantelarya adasını ve ispanya'ya tabi Harnarnet yakınındaki Çuhudluk Kalesi'ni rüzgarın yön değiştirmesi sebebiyle fethedemeden geri döndüler. 
 
Kuzey Afrika'daki faaliyetleri esnasında Tunus sahillerindeki Bûne ve Sefakus'ta iki defa kışlayan ve Tunus Sultanı Mevlay Muhammed'le görüşen Piri Reis, Cezayir'in Bicaye şehrinde yaşayan Seydî Muhammed Tuvatti'nin zaviyesinde kaldıklarını, yaz olunca oradan denize açıldıklarını belirtir. Aynı zamanda Korsika yakınlarındaki Planasa adasını amcası ile birlikte ele geçirdiklerini, ada halkını esir ederek şehri yağmaladıklarını, ispanya'nın önemli liman şehri Belensiye (Valencia) önlerinde yedi barça zaptettiklerini ifade eder. Piri Reis'in iştirak ettiği Akdeniz'deki akınların 1495-96 yılına kadar sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
 
II. Bayezid tarafından devlet hizmetine çağrılan Kemal Reis'in 1495 - 96 'da İstanbul'daki kabulü sırasında Piri Reis de muhtemelen onun yanında idi. Kemal Reis'in Anadolu'daki Haremeyn vakıflarının gelirlerini deniz yoluyla İskenderiye'ye götürmesinde, dönüş yolunda Rodos şövalyeleriyle yapılan çarpışmalarda, bir göke kaptanı sıfatıyla yer aldığı inebahtı kuşatması sırasında (1499). Modon, Koron (1500) ve Anavarin'in (Navarin) (1501) fethi esnasında bir kadırga reisi olarak onun emrinde bulunuyordu.
 
Piri Reis, Ege'de ticaret güvenliğini sağlamak amacıyla gönderilen filoda, Memlük Devleti'ne giden olağan üstü elçi heyetinde yine amcasıyla beraberdi. Rodos'taki müslüman esirlerin kurtarılması için Kemal Reis'in görevlendirildiği 1504'deki seferine katıldığı gibi Trablusgarp emirinin yardım talebi üzerine 1505'de oraya da gitti. Bir yıl sonra Kuzey Afrika'da ve Endülüs'teki müslümanların korunması ve ispanya sahillerine düzenlenen akınlarda Portekizliler'e karşı Memlükler'e yardım için sevkedilen asker, mühimmat ve top yüklü filoyu Mısır'a elçilikle birlikte götüren amcasının yanında yer aldı. Kemal Reis'in ölümüyle Piri Reis'in hayatında yeni bir dönem başladı (1510).
 
Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinde Kaptanıderya Cafer Bey kumandasındaki filoda bir gemi reisi olarak hazır bulunan Piri Reis, Nil nehri üzerinden ulaştığı Ka- hire'de 1513 tarihli ilk dünya haritasını Padişah’a takdim etti (1517). Kanuni Sultan Süleyman'ın 1521'deki Belgrad seferi sırasında Tuna donanmasında bulundu, ertesi yıl gerçekleştirilen Rodos seferine de katıldı. Hain Ahmed Paşa isyanını bastırmak için 1524'de deniz yoluyla Mısır'a giden Sadrazam Makbul İbrahim Paşa'nın filosunda kılavuz olarak görev yaptı. İbrahim Paşa ile yakından görüşme fırsatı buldu; bu sırada sadrazam onun yazdığı ilk Kitab-ı Bahriyye müsveddesini gemide inceledi. Hava muhalefeti yüzünden İbrahim Paşa, Rodos'tan sonra yolculuğuna karadan devam edince Piri Reis sadrazamın isteği üzerine kitabını temize çekmek için Gelibolu'ya döndü. 
 
1526'da Kitab-ı Bahriyye'nin ikinci telifini ve 1528'de ikinci dünya haritasını Kanuni'ye sundu. Bu sırada kendisinden Piri Kethüda diye bahsedilmesi onun Gelibolu Tersanesi'nde görevli olduğunu düşündürmektedir. Daha sonra Barbaros Hayreddin Paşa'nın yeniden kurduğu donanınaya katıldı. Korfu kuşatması için 22 Ağustos 1537’de Avlonya'da toplanan Osmanlı donanmasında bulunan diğer sancak beyleri ve gemi reisleri arasında Piri Reis'e de bir hil'at giydirildi.
 
1547’de Ferhad Paşa'nın yerine Hint kaptanlığına getirildi. Bu görevde iken ilk faaliyeti, Hint Okyanusu'nda ki yegâne Osmanlı üssü olan Aden'i mahalli idarecisi Ali b. Süleyman'dan geri almak oldu. 29 Ekim 1547'de Süveyş'ten hareket eden Piri Reis altmış gemiden oluşan donanması ile önce Moha Limanı'nda karaya çıktı. Yemen Beylerbeyi Ferhad Paşa'nın takviye ettiği donanma Kasım 1548 Aden civarına ulaştı. Osmanlı donanması üç Portekiz gemisini ele geçirdi ve içlerindeki 120 gemici esir edildi. Eski Aden sancak beyi Kasım Bey'in karadan, Piri Reis'in denizden yürüttüğü harekat karşısında yardıma gelen Portekiz gemileri önce Aden Limanı'na girdiyse de Os- manlı donanmasını görünce geri döndü. Piri Reis 20 Aralık 1548’de Aden önlerine geldi, karaya asker ve top çıkardı. Başlatılan genel bir hücumun ardından 12 Şubat 1549’da Aden yeniden fethedildi.
 
Mısır Beylerbeyi Davud Paşa'nın Aden'in fethi haberini istanbul'a bildirmesi üzerine Piri Reis'e 100.000 akçelik terakki verildiği gibi bütün kumandanların ulufeleri arttırıldı. Ayrıca 17 Eylül 1550’de sancak beyi rütbesindeki Hint Kaptanı Piri Bey' e 25.000 akçe terakki verildiğine dair bir kayda rastlanır.
 
Piri Reis'in ikinci seferi Portekizliler'in Basra körfezindeki en önemli üssü olan Hürmüz üzerine oldu. Bu sefer için kadırga, baştarda, kalyata ve kalyondan oluşan otuz gemilik donanmayla Mayıs 1552’de Süveyş'ten hareket etti. Babülmendep'i geçerek Hint Okyanusu'na çıktı ve Aden, Şihr, Zufar limanIarına ulaştıktan sonra Re'sülhadd'e vardı. l0 Ekim 1552’de muhtemelen oğlu Mehmed Bey idaresinde bir kalyatayı Basra'ya gönderip Basra Beylerbeyi Kubad Paşa'yı kendisine verilen görevden haberdar etti. Buna göre Piri Reis, Hürmüz'ü ele geçirdikten sonra Bahreyn adaları na kadar ilerleyip buraları Osmanlı hakimiyeti altına alacak. ardından emrindeki donanınayla Basra'da kışlayacak veya on gemiyi burada bırakarak Süveyş'e dönecekti.
 
Umman denizine girdikten sonra Maskat'ı kuşatan Piri Reis, bir hafta süren kuşatmanın ardından kale kumandanı ile birlikte 128 Portekiz askerini esir alıp kaleyi fethetti. Arkasından Hürmüz üzerine yürüdü. Yirmi sekiz gemiden oluşan donanma ve 850 askerle Portekizliler'in elindeki Hürmüz'ü muhasara etti. Adanın hemen hemen tamamı ele geçirildiyse de kale kumandanı D. Alvaro de Noronha direnişini sürdürdü ve iç kale alınamadı. Çarpışmanın uzun sürmesi Osmanlı kuvvetlerinin maneviyatını sarsmıştı. Piri Reis kuşatma devam ederken üstün bir Portekiz donanmasının baskınına uğramaktan endişe ediyordu. Böyle bir ihtimal karşısında muhasarayı kaldırarak Basra'ya doğru hareket etti. Ancak bunun kendisine verilen altın ve'mücevher karşılığında olduğu haberi Basra'da yayıldı. Kubad Paşa da durumu istanbul'a bildirdi. Buna karşılık çok geçmeden bir Portekiz donanmasının Hürmüz önlerine geldiği haberi bu ithamların yersiz olduğunu gösterir.
 
Basra körfezinin Portekiz donanması tarafından kapatılma tehlikesi karşısında asıl donanmasını Basra'da bırakarak üç kadırga ile Süveyş'e hareket eden Piri Reis, gemilerden birinin yolda karaya oturup parçalanması yüzünden sadece iki kadırgayla Süveyş'e ulaştı ve oradan karayoluyla Kahire'ye gitti. Ancak Mısır Beylerbeyi Semiz Ali Paşa tarafından iyi karşılanmadı ve ordusunu savaş meydanında bırakıp kaçan bir kumandan gibi algılandı. 
 
Basra Beylerbeyi Kubad Paşa'nın yaydığı. Hürmüz'deki müslümanların mallarını mülklerini yağma ettirdiği ve rüşvet karşılığında kuşatmayı kaldırdığı yolundaki haberler de Mısır'a ulaşmıştı. Bu sırada Kanuni Sultan Süleyman Halep'te bulunuyordu. Bu ithamlar yüzünden muhtemelen Divan-ı Mısır'da öldürüldü (1553). Bütün malları ve eşyası Mısır'daki idareciler tarafından müsadere edilerek İstanbul'a gönderildi. Piri Reis'in eşyası İstanbul'a götürülürken koruma görevinde bulunduğu için Mısır sancak beylerinden İbrahim Bey 9 Nisan 1554’de 30.000 akçe terakki aldı. Bir süre sonra Kubad Paşa'nın da Basra beylerbeyiliğinden uzaklaştırıldığı 18 Şubat1554’de mâzul olarak istanbul'da bulunmasından anlaşılmaktadır.
 
Piri Reis asıl, çizdiği iki dünya haritası ve Akdeniz portolanı olan Kitab-ı Bahriyye adlı eseriyle büyük ün kazanmıştır. Gelibolu'da çizdiği 1513 tarihli dünya haritası parçası ispanya, Portekiz ve Batı Afrika kıyıları ile Amerika kıtasının doğu kıyılarını göstermektedir. Günümüzde mevcut en eski dünya haritası olması bakımından önemi tartışılmaz olan haritanın kaynakları Doğu ve Batı dünyasından kendisine ulaşan eski haritalarla Kristof Kolomb'un haritasıdır. Piri Reis Kitab-ı Bahriyye'de, Hint ve Çin denizlerinin yeni yapılan haritaları hakkında ilk bilgileri kendisinin elde etmiş olduğunu ve Yavuz Sultan Selim'e bu haritaları takdim ettiğini bildirir. 
 
Haritada o zamana kadar yapılan yeni keşiflerin dikkatle takip edildiğini gösteren ipuçları vardır. Piri Reis, Portekizliler ve İspanyollar'ın Hint ve Atlas Okyanusu seferlerini dikkatle izlemiş olmalıdır. Nitekim 1528-29’da çizdiği ikinci dünya haritası Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, Kuzey ve Orta Amerika kıyılarını göstermektedir. Ege ve Akdeniz kıyılarının atlası niteliğindeki Kitab-ı Bahriyye ilki 1521'de mensur olarak, ikincisi gözden geçirilmiş ve temize çekilmiş. kısmen manzum şekilde 1526'da Kanuni Sultan Süleyman'a takdim edilmiştir. Birinci telif Kitab-ı Bahriyye nüshalarında en fazla 134 olan harita sayısı ikinci telifte 223'e ulaşmaktadır. Az sayıda kaynak dışında esas itibariyle Piri Reis'in kendi gözlemlerine dayanan Kitab-ı Bahriyye denizcilerin elinden düşürmediği bir rehber kitap olmuştur. Yabancı dillerde tam ve kısmi tercümeleri bulunmaktadır.
 
EBUSSUUD EFENDİ (1490 – 1574)7
 
"Müftilenam, şeyhülislam, sultanü'l-müfessirin, hatimetü'l-müfessirin, muallim-i sani, allame-i kül, Hoca Çelebi, Ebu Hanife-i Sani" unvanlarıyla anılır. Ebüssuud kelimesi onun adı gibi görünmekteyse de tefsirinin mukaddimesinde kendisinden Ebüssuud Muhammed şeklinde bahsettiği dikkate alınırsa asıl adının Muhammed, Ebüssuud'un da bir künye veya lakap olduğu anlaşılır. Bu künyeyi niçin aldığı konusunda kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Ebüssuud Efendi, yaygın görüşe göre 30 Aralık 1490’da İstanbul yakınlarındaki Meteris (Metris-Müderris) köyünde dünyaya geldi. Ailesi o zaman Amasya'ya, bugün Çorum'a bağlı bulunan iskilip'ten olup babası Şeyh Muhyiddin Muhammed Yavsi iskilip'e bağlı imad (Direklibel) köyünde doğmuştur. 
 
iskilibî nisbesinden hareketle onun da iskilip'te doğduğu ileri sürülmüşse de bu ihtimal zayıftır. Fatih Sultan Mehmed'in oğlu Şehzade Bayezid 'in Amasya sancak beyliği sırasında sevgisini ve dostluğunu kazanan Şeyh Muhyiddin, Bayezid'in padişah olmasından kısa bir süre sonra İstanbul'a davet edilmiş ve Sultanselim civarında kendisi için bir tekke inşa ettirilmiştir (bu tekke daha sonra Sivasî Tekkesi diye tanınmıştır) Ebüssuud, II. Bayezid'in tahta çıkmasından yaklaşık dokuz yıl sonra dünyaya geldiğine göre İstanbul'da doğmuş olması daha muhtemel görünmektedir. Ebüssuud'un babası Şeyh Yavsi veya Sultan II. Bayezid'e yakınlığı dolayısıyla "hünkar şeyhi" diye de bilinir. 
 
Annesi Sultan Hatun, Ayderüsi ve Mecdi Efendi'nin kaydettiğine göre Ali Kuşçu’nun kardeşinin, Ataî ve Alî' nin belirttiğine göre ise bizzat Ali Kuşçu'nun kızıdır. Dedesi Mustafa el-imad da (imadî) Ali Kuşçu'nun kardeşidir. Mustafa el-imad bazı kaynaklarda Ebüssuud Efendi'nin babası olarak gösterilmekteyse de bu doğru değildir. Bazı şarkiyatçılar imad'ı Amid ile karıştırıp Ebüssuud Efendi'nin Diyarbakırlı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Alî Mustafa Efendi ve Peçuylu İbrahim'in imad'ı imadiye ile karıştırarak Ebüssuud Efendi'yi Kürt asıllı göstermeleri de yanlıştır. Zira Ebüssuud Efendi'nin ailesinin şimdi Irak topraklarında kalmış bulunan imadiyeli değil iskilip'e bağlı imadlı olduğu, çağdaşı bazı kaynaklarda dahil olmak üzere hemen bütün kaynaklarca belirtilmektedir. Öte yandan bazı araştırmacılar. dedesinin imad lakabının imadüddin'in kısaltılmış şekli olduğunu ileri sürmüşlerse de ailesinin aslen imadlı olduğu göz önüne alındığında bu yorumun isabetli olmadığı görülür.
 
Ebüssuud Efendi ilk tahsilini babasının yanında yaptı. Ondan Seyyid Şerif el-Cürcani'nin kelama dair Haşiyetü't Tecrid ve Şerhu'1-Mevakıf, belagata dair Haşiye 'ale'l-Mutavvel adlı eserleriyle çeşitli tefsir kitaplarını okudu. Daha sonra Müeyyedzade Abdurrahman Efendi, Mevlana Seydi-i Karamani ve bazı kaynakların verdiği bilgilere göre ibn Kemal'den ders aldı. Hocası Mevlana Seydi-i Karamani'nın kızı Zeyneb Hanım’la evlenen Ebüssuud Efendi ilk olarak Yavuz Sultan Selim döneminde 1516’da Çankırı Medresesi'ne. buraya gitmekte tereddüt göstermesi üzerine de İnegöl İshak Paşa Medresesi'ne tayin edildi. 1520’de buradaki görev süresi sona erince ertesi yıl Davud Paşa Medresesi'nde, bir yıl sonra da Mahmud Paşa Medresesi'nde görevlendirildi. 1525 yılında Vezir Mustafa Paşa'nın Gebze'de inşa ettirdiği medreseye tayin edildi. 
 
Bir yıl sonra Bursa Sultaniye payesine layık görülen Ebüssuud Efendi 1528’de Medaris-i Semaniyye'den Müftü Medresesi'ne müderris oldu. Beş yıl bu vazifede kaldıktan sonra önce Bursa, Kasım 1533’de İstanbul kadılığına getirildi. Korfu seferi sırasında Rumeli Kazaskeri Muhyiddin Efendi ve Anadolu Kazaskeri Kadri Efendi'nin Maktul İbrahim Paşa konusunu açmalarından hoşnut olmayan Kanuni Sultan Süleyman'ın her iki kazaskeri de azletmesi üzerine Ağustos 1537’de Rumeli kazaskerliğine tayin edildi ve hemen sefere katıldı. Kara Boğdan, Estergon ve Budin seferlerinde Padişahın yanında yer aldı. Budin'in fethinden sonra şehirde ilk cuma namazı onun tarafından kıldırıldı. Sekiz yıl Rumeli kazaskeri olarak görev yapan Ebüssuud Efendi Ekim 1545 Fenarizade Muhyiddin Efendi'nin yerine şeyhülislam oldu.
 
Ebüssuud Efendi kazaskerliği ve Şeyhülislamlığı sırasında özellikle ilmi rütbe, mevki ve kademeleri sistematik bir düzene kavuşturmaya çalıştı. Onun Rumeli kazaskerliğine kadar sistemli bir mülazemet usulü yoktu. Bu durum birtakım şikayetlere yol açınca Kanuni'nin emriyle meselenin halli için görevlendirildi. Ebüssuud Efendi önce her payede alimlerin ne kadar mülazım vereceklerini tesbit etti, daha sonra da yedi yılda bir mülazemet usulünü kanunlaştırdı. Medreselerden mezun olan danişmendlerin kazaskerlerin meclisindeki "matlab" veya "ruzname" denilen deftere kaydolarak sıra beklemeleri şartını getiren bu usul bazan ihlal edilmişse de uzun yıllar düzenli şekilde uygulanmıştır.
 
7 Detaylı bilgi için bkz...(Akgündüz, Ahmet(1994), “Ebüssuüd Efendi”, TDVİA, C.10, s.365-371)
 
Ebüssuud Efendi'nin Şeyhülislam olması bu kurumu diğer ilmi müesseselerin üstüne çıkarmıştır. Ondan önce Şeyhülislam maaşı günlük 200 akçe iken İrşadü'1- 'akli's-selim adlı tefsirinin bir bölümünü Kanuni Sultan Süleyman’a takdim etmesi üzerine Bayezid müderrisliğiyle beraber 300 akçe zam yapılarak maaşı günlük 500 akçeye çıkarıldı. Tefsirini tamamlayınca maaşı 100 akçe daha arttırılarak Şeyhülislam yevmiyesi 600 akçe oldu. Böylece şeyhillislamlık hem maddeten hem de manen kazaskerliğin üstüne çıkarıldı. Ayrıca yüksek seviyedeki müderrislerle mevleviyet kadılarını tayin etme yetkisi Şeyhülislamlara verildi. 
 
Şeyhülislamlığın önemi artınca kazasker, mevleviyet kadıları veya müderrislerden uygun görülen birinin bu makama gelebilmesi için önce Rumeli kazaskeri olması şartı kondu. ilmiye teşkilatına çeki düzen veren İlmiye Kanunnamesi de muhtemelen Ebüssuud Efendi tarafından hazırlanmıştır. Öte yandan ilmiye mesleğindeki ilk bozulmalar da Ebüssuud Efendi'nin Şeyhülislamlığı döneminde görülmeye başlandı. İstanbul, Edirne ve Bursa'da kadı olanların oğullarının 30 akçeli miftah müderrisliklerine tayinleri ilk defa onun zamanında yapıldı. Torunu ve Mehmed Çelebi'nin oğlu Abdülkerim Efendi, mülazım olduktan sonra dedesine hürmeten hariç müderrisliğiyle Mahmud Paşa Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Bu tayin daha sonra bu alandaki olumsuz gelişmelere uygun bir ortam hazırladı.
 
Yirmi sekiz yıl on bir ay Şeyhülislamlık yapan ve bu arada bazı siyasi olaylarda ağırlığını hissettiren, Kıbrıs seferinin açılmasını fetvasıyla destekleyen Ebüssuud Efendi 23 Ağustos 1574 tarihinde vefat etti. Cenaze namazı Fatih Camii'nde Kadi Beyzavı tefsirine haşiye yazan Muhaşşi Sinan Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Camii civarında kendisinin inşa ettirdiği sıbyan mektebinin haziresine defnedildi. Haremeyn'de de gıyabında cenaze namazı kılınan Ebüssuud Efendi için birçok mersiye yazılmış, ölümüne tarihler düşürülmüştür.
 
SEYDİ ALİ REİS (1498 – 1563)8
 
Denizci bir ailenin çocuğu olarak İstanbul Galata'da doğdu. Ailesinin aslen Sinoplu olduğu şeklindeki bilgiler kesin değildir. Adı bilinmeyen dedesinin Fatih Sultan Mehmed döneminde Tersane'de kethüdalık yaptığı, babası Hüseyin'in de aynı mesleğe girdiği belirtilir. Galata'da doğup büyüdüğü için Galatalı lakabıyla anılır. Şiirlerinde "Katibi" mahlasını kullanmıştır. Ayrıca Katib-i Rumi adıyla da bilinir. Seydi Ali Reis kendi ifadesine göre erken yaşlarda denizcilikle tanıştı ve Tersane hizmetine girdi. Bilinen ilk görevi azebler katipliğidir, şiirdeki Katibi mahlası da bu görevinden kaynaklanmıştır. 
 
Zamanla Tersane kethüdalığına yükseldi. Genç yaşta Kanûni Sultan Süleyman'ın Rodos seferine katıldı (1522). Barbaros Hayreddin Paşa'nın maiyetinde çalışırken Akdeniz'in her tarafını iyice öğrendi. Preveze Deniz Muharebesi'nde sağ kolda görev yaptı. Sinan Paşa'nın kaptan-ı deryalığı sırasında onunla Trablusgarp seferine çıktı (1551).
 
Piri Reis'in Basra körfezinde bırakmak zorunda kaldığı Hint donanmasını Süveyş'e getirmekle görevlendirildiği sırada 30 akçe ulufeyle sipahi oğlanları zümresinden olduğu. denizcilikteki mahareti sebebiyle Mısır kaptanlığına getirildiği anlaşılmaktadır. 2 Aralık 1553 tarihli bu tayin kaydına göre ulufesi 80 akçeye yükselen Seydi Ali Reis önce Kanuni'nin Nahcıvan seferi hazırlıkları çerçevesinde Halep'e gitti. Ardından 7 Aralık 1553'de Basra'ya gitmek üzere Halep'ten ayrıldı. 
 
Birecik, Urfa (Ruha), Nizip, Musul yolu ile Bağdat'a, oradan nehir yoluyla Basra'ya ulaştı (13 Şubat 1554). Ertesi gün beylerbeyi Mustafa Paşa'dan on beş gemiden ibaret olan donanınayı teslim aldı. Yola çıkacak hale getirmek üzere hemen tamir faaliyetlerine başladıysa da deniz mevsimi olmadığı için beş ay Basra'da beklemek zorunda kaldı. Bu süre içerisinde Mustafa Paşa'nın Huveyze muhasarasını beş kadırga ile denizden destekledi, ancak harekatta başarı kazanılamadı.
Şerif adlı kılavuzun keşif raporunda körfezde dört parçadan başka Portekiz gemisi olmadığı öğrenilince Seydi Ali Reis Süveyş'e gitmek üzere Basra'dan hareket etti (2 Temmuz 1554). Şerif'in
 
8 Detaylı bilgi için bkz...(Ak, Mahmut(2009), “Seydi Ali Reis”, TDVİA, C.37, s.21-24)
 
rehberliğinde donanma sırasıyla Katif, Bahreyn adaları, Eski Hürmüz (Kays) adası ve Keşim adasına uğrayarak Hürmüz Bağazı'nı geçti. Uman sahillerindeki Hurfakan civarına gelindiğinde (10 Ağustos 1554) kuşluk vakti ansızın Hindistan genel valisi Alfonso de Noronha'nın oğlu Fernando kumandasındaki yirmi beş parçalık bir Portekiz donanmasıyla karşıtaşıldı. Çeyrek asırdır Hint Okyanusu'nda rekabet halinde olan iki imparatorluk donanması arasında gerçekleşen bu ilk ciddi çarpışma Portekizliler'in çekilmesiyle neticelendi ve ilk safhanın galibi Seydi Ali Reis oldu. 
 
Bir an önce yol alabilmek için Portekiz gemilerini takip etmeyen Seydi Ali Reis, Maskat Kalesi ile Kalhat civarına geldi (25 Ağustos 1554). Ancak burada seher vakti Fernando kumandasındaki otuz dört gemiden oluşan Portekiz fılosu ile tekrar karşılaştı. Seydi Ali Reis, iyi düşünülmüş bir taktikle tamamı kalyonlardan meydana gelen Portekiz filosunun rüzgardan yararlanıp manevra yapmasını önlemek için kendi kuvvetlerini denize dik inen kayalarla Portekiz gemileri arasına dizdi. Birbirine rampa eden iki filo arasındaki savaş sonucu her iki taraftan da altışar gemi tahrip oldu. Esen şiddetli rüzgar sebebiyle sahilden ayrılmak zorunda kalan Seydi Ali Reis, geri dönerek Kirman sahillerindeki Caş, Benderişehbar ve Gevadir Limanı'na geldi. Buranın hakimi Melik Celaleddin'in büyükyardımlarını ve kendi şahsında Osmanlı padişahına karşı olan sonsuz hürmetini gördü. 
 
Gemilerini tamir ettirip Melik'ten aldığı bir kılavuzla tekrar Yemen istikametinde yola çıktı. Umman kıyılarındaki Re'sülhad'den sonra Güney Arabistan sahillerindeki Zufar ve onu takiben Şihr Limanı'na gelmişken gün batısından başlayan mevsimlik fil tufanı fırtınasının içine düştü. Rüzgar sebebiyle on günlük bir mücadeleden sonra aksi istikametteki Gucerat'a bağlı Çeked sahiline gelindi. Sumnat'a, oradan Diu Kalesi civarına ulaşıldı. Portekizliler'in en önemli deniz üslerinden olan bu kalenin önlerinden tedbirli davranmak için yelken açmadan geçildi. Yeni bir fırtınanın çıkmasıyla büyük güçlükler içerisinde Gucerat Sultanlığı sahillerine ulaşılarak Demen Kalesi önünde demir atıldı. Ancak bu uzun ve meşakkatli yolculuk sırasında hayli hırpalanmış olan donanmanın üç gemisi daha karaya vurdu. 
 
Seydi Ali Reis ve mürettebatı Demen'de iyi karşılandı. Fakat kendilerini bir Portekiz donanmasının takip ettiği haberi alınınca mürettebatın bir kısmının hizmetine girdiği şehrin hakimi Melik Esed'e batan gemilerin top ve teçhizatı da emanet edildi. Kalan altı gemiyle daha emniyetli olduğu bildirilen Suret Limanı'na gidildi (28 Eylül l554) Seydi Ali Reis, Suret'e geldiğinde karışıklık içinde olan Gucerat'ta Sultan Ahmed kendisinden 200 kadar tüfekçi istedi. Bu arada yedi kalyon, seksen grabdan oluşan bir Portekiz donanması Seydi Ali Reis'i takip ederek Suret Limanı açıklarına gelmişti. Seydi Ali Reis denizcileriyle kıyıda sipere girip iki ay kadar bunlarla mücadele etti.
 
Osmanlı gemileri teknik yetersizlikler sebebiyle artık tamir edilemez hale geldiği, ayrıca mürettebatın büyük kısmı Cucerat Sultanlığı hizmetine girdiği için deniz yoluyla Mısır'a gitmenin imkansızlığı ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine Seydi Ali Reis, gemileri sattıldıktan sonra tutarları İstanbul'a gönderilmek üzere Suret Valisi Hüdavend Han'a (Receb Selmani) teslim ederek yanındaki elli kadar sadık adamı ile 26 Kasım 1554'de Ahmedabad'a yöneldi. Buraya vardığında Sultan Ahmed kendisine Bruc vilayeti idaresini teklif etti. Bunu kabul etmeyen Seydi Ali Reis, karayoluyla İstanbul'a ulaşmak üzere bir buçuk ay kadar kaldığı Ahmedabad'dan ayrıldı (Ocak 1555). 
 
Radanpur yoluyla geldiği Sind'de buranın hükümdan Hüseyin Şah Argun'a, İsa Tarhan'a karşı yaptığı mücadelede yardım etmek zorunda kaldı. Ardından Sultanpur, Mültan ve Lahor'a gitti. Ancak son şehrin hakimi Mirza Şah yol vermeyince Babürlü Hükümdarı Hümayun Şah'tan izin almak üzere Dehli'ye (Delhi) geçti (Ekim 1555). Hizmetine girme teklifini kabul etmediği Hümayun Şah'ın ölümü üzerine (28 Ocak 1556) yerine geçen oğlu Celaleddin Ekber Şah'tan Lahor'a gitmek için izin aldı. Bundan sonra Kabil, Semerkant, Buhara ve Harizm'e ulaştı (8 Ağustos 1556). Deştikıpçak yolundan vazgeçerek güney yoluyla Horasan'dan Meşhed'e geldiğinde Safeviler'in mücadele halinde olduğu Barak Han'a yardım için gönderildiğinden şüphetenilerek tevkif edildi. Bir müddet sonra serbest bırakılıp Şah I. Tahmasb'a gönderildi. 
 
Nihayet Bağdat'a gitmek üzere Kazvin'den ayrıldı (5 Şubat 1557). Seydi Ali Reis, böylece Basra'dan çıkışından üç yıl yedi ay sonra tekrar Osmanlı topraklarına dönmüş oldu. Görevinin ayrıntıları ve Hint donanmasının akıbeti hakkında bir an önce Kanuni Sultan Süleyman'a bilgi vermek için Bağdat'tan ayrıldı (Mart 1557) ve iki ay sonra İstanbul'a ulaştı; oradan padişahın bulunduğu Edirne'ye gitti. Dolaştığı yerlerde görüştüğü hükümdarlardan getirdiği on sekiz nameyi takdim etti ve başından geçenleri anlattı. Padişah ve Sadrazam Rüstem Paşa'nın iltifat ve İhsanlarına kavuştu.
 
Nitekim 80 akçe ulufe ile müteferrika yapıldığı gibi Çatalca'da Kanuni tarafından Diyarbekir timar defterdarlığına getirildi (8 Haziran 1557). Hindistan'da iken öldüğü haberleri geldiğinden Mısır kaptanlığı Kurdoğlu'na verilmişti.
 
13 Ocak 1560'da Diyarbekir timar defterdarlığından azledilen Seydi Ali Reis hemen ardından 150 akçe ulufe ile Galata'da hassa gemi reisliklerinden birine tayin edildi (22 Ocak 1560). Bir ara ikinci defa Hint kaptanlığına getirildiyse de (15 Nisan 1560) bu görev beş gün sonra Sefer Reis'e verildi. Seydi Ali Reis bundan sonra vefatına kadar (28 Aralık 1562) emekli olarak yaşadı ve günlerini eser telifiyle geçirdi. 
 
Seydi Ali Reis'in Hüseyin ve Mehmed adlı iki oğlunun bulunduğu, bunlardan Hüseyin'in 19 Haziran 1560'ta 16 akçe ulufe ile silahdar zümresine katıldığı bilinmektedir. Seydi Ali Reis donanmayı Basra'dan çıkarma görevinde başarısızlığa uğramış olmakla birlikte yaşadığı büyük olaylar ve uzun yolculuğu dolayısıyla Osmanlı divanında başarısız değil talihsiz olarak görülmüştür. Onun macerası, "Başına Seydi Ali halleri geldi" şeklinde deyimleşmiş ve benzer olaylar için kullanılmıştır. Kendisi bazı Osmanlı tarihçilerince tenkit edilmiş, özellikle Ali Mustafa Efendi, çektiği sıkıntılar sebebiyle gördüğü iltifatı hak etmiş olmakla birlikte dikkatli davransa donanmayı geri getirebileceğini, böylece bunca masrafın boşa gitmemiş olacağını, ayrıca dönüş sırasında bazan derviş kılığına, bazan da fakir hüviyetine bürünerek devletin şerefine halel getirdiğini belirtmiştir.
 
Alim ve şair bir kişi olarak Galata'daki konağının ilim ve şiir erbabının buluşma yeri olduğu belirtilmiş, evindeki sohbetleri buranın müdavimi olan şair Yetim bütün açıklığıyla tasvir etmiştir. Seydi Ali Reis'in sanat erbabını himayesine en güzel misal kefil olarak donanmaya yerleştirdiği, daha sonra Barbaros Hayreddin Paşa'nın bir cariye ve 5000 akçe ihsanıyla gazavatım nazma geçirmesi görevini temin ettiği şair Yetim'dir. Seydi Ali Reis ilim ve sanatta da meşgul olmuş, şiir yazmış, astronomi ve coğrafya alanında çeşitli eserler kaleme almıştır.
 
BERGAMALI KADRİ (16.YUZYIL)9
 
Hayatı hakkında kendi eserinde söylediklerinden başka bilgi yoktur. Eserinden İstanbul'a gittiği. kitabını 1530 yılında kaleme aldığı ve Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı Damad İbrahim Paşa'ya (ö. 1536) sunduğu anlaşılmaktadır.
 
Türkler'e Türk dilini öğretmek maksadıyla kaleme alınan ve Türkçe ilk gramer kitabı olan Müyessiretü'1-ulûm Arapça'nın dil bilgisi kuralları örnek tutularak yazılmıştır. Eser iki bölümden meydana gelmektedir. Doksan dokuz sayfadan ibaret birinci bölümde Sadrazam İbrahim Paşa hakkında yazılmış bir kaside yer alır. Arkasından kitabın yazılış tarihi ve yazılış sebebi belirtilerek önemine temas edilir ve esas konulara geçilir. Burada önce kelimenin tarifi yapılarak kelimeler isim. fiil ve harf (edat) olmak üzere üçe ayrılır. Sonra "bilmek" fiili esas alınarak Arapça sarfta olduğu gibi emsile-i muhtelife ve muttaridenin örnekleri verilir. Bu şekilde bütün fiil sigalarının tarif ve izahları yapılır; ekleri, olumlu, olumsuz, etken ve edilgen şekilleri gösterilip her birinin ayrı ayrı çekimleri yapılır. Ayrıca bu kısımda ism-i zaman, ism-i mekan, ism-i alet, ism-i tasgir, ism-i mensüb, ism-i tafdil ve fi'l-i taaccüb üzerinde durulur.
 
Seksen üç sayfadan oluşan ikinci bölümde isimler konu edilmiştir. Burada isimlerin çeşitleri, çekimleri, sayılar, zamirler. zarflar, soru edatları, isim tamlamaları ve yapılışları, cümle tamlayıcıları, hal ve istisna şekilleri, isim cümlesi, işaret isimleri ve edatlar üzerinde durulmuştur. Bu açıklamaların ardından şair Hayâlî Bey'in bir gazeli ele alınarak gazelde geçen bütün kelimeler hem sanat yönünden hem de Türkçe gramer kaideleri açısından tahlil edilmiştir. Ayrıca daha önce açıklanmayan bazı kurallar da bu tahlil sırasında zikredilmiştir.
Müyessiretü'1-ulûm bugünkü manada ilmi bir gramer kitabı olmamakla birlikte Türkiye Türkçesi'nin (Batı Oğuzca) ana kurallarını ihtiva etmesi ve Batı Türkçesi'yle yazılmış ilk gramer kitabı olması
 
9 Detaylı bilgi için bkz...(Bektaş, Ekrem(1992), “Bergamalı Kadri”, TDVİA, C.5, s.496)
 
yönünden değerli bir kaynaktır. Daha sonra Türk dilinde yazılmış kavaid kitaplarına ancak Tanzimat yıllarında rastlanmaktadır.
İlk defa 1911 yılında Sursalı Mehmed Tahir tarafından bulunan kitabın bugün elde sadece tıpkıbasımı mevcuttur. 182 sayfadan ibaret olan eserin birinci bölümü Mayıs 1567, ikinci bölümü ise17 Eylül 1568’de istinsah edilmiştir.
 
TAKÜYİDDİN (1521 – 1585)10
 
1521 yılında Şam'da doğdu. Eğitiminden sonra Tennis kadılığına atandı. Kadılığı sırasında yaptığı gözlemler ile ün kazandı. 1571'de Mustafa Çelebi'nin ölümünden sonra II. Selim tarafından saray müneccimbaşılığına atandı. 1574 yılında Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır. Hoca Saadettin ve Sokullu Mehmet Paşa'nın desteği ve padişah III. Murat'ın fermanıyla 1577 yılında Tophane sırtlarında Takîyüddîn’in yönetimi altında bir gözlemevi olan Takiyüddin'in Rasathanesi kurulmuştur. 1580 yılında topa tutularak yıkılmıştır. Özellikle trigonometri alanındaki çalışmaları ile meşhurdur. 
 
Takiyüddin sinus, kosinus, tanjant ve kotanjantın tanımlarını vermiş, ispatlarını sergilemiş ve cetvellerini hazırlamıştır. Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı, 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" şeklinde bularak o tarihte ilk kez gerçeğe en yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır. Beşiktaş'ta Dolmabahçe Sarayı'nın yerinin asıl sahibidir. Çocuğu olmadığından devlete kalmıştır.
 
HAZERFEN AHMED ÇELEBİ (1609 – 1640)11
 
17. yüzyılda Osmanlı'da yaşamış olduğu varsayılan Müslüman Türk bilgini. Kendi geliştirdiği takma kanatlarla berberi fizikçi Abbas Kasım İbn Firnas'tan sonra uçmayı başaran ilk insan olduğu söylense de, kendisi hakkında tek bilgi Seyahatname'de geçmektedir. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murad zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında, Hezarfen olarak anıldığı söylenmektedir. Hezar, Farsça kökenli bir sözcük olup 1000 anlamına gelir. 
 
Hezârfen ise "bin fenli" (bilimli) yani "çok şey bilen" anlamına gelir.
İlk uçma denemelerinde, Leonardo Da Vinci'nin uçma konusundaki çalışmalarında kendinden çok önce bu konuda deneyler yapan 10. yüzyıl Müslüman Türk alimlerinden olan İsmail Cevheri'den ilham aldığı söylenir. Cevheri'nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi'nin, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı'nda deneyler yaptığı varsayılır.
 
1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı'nı geçip 3358 m. ötede Üsküdar'da Doğancılar'a indiği varsayılan Hezarfen Ahmed Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer kişilerden birisi olarak görülür. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sindeki ifadesinden ibarettir. 
 
Evliya Çelebi eserinde şunları yazar: "İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir.Bu olay Osmanlı Devleti'nde ve Avrupa'da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murad tarafından da beğenildi. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: "Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil, " diye Gâzir'e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu.”
 
LAGARİ HASAN ÇELEBİ (1600’LÜ YILLAR)12
 
10 Detaylı bilgi için bkz...(Unat, Yavuz(2002), "Tâkiyyüddîn ve İstanbul Gözlemevi (Rasathanesi)", Türkler, C.11, s. 277–288
11 Detaylı bilgi için bkz...(Dağlı, Yücel(2007), Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 1, S. 670
12 Detaylı bilgi için bkz...(Kaçar, Mustafa(1997), “Lagari Hasan Çelebi”, TDVİA, C.16, s.315-316)
 
Hayatı hakkındaki bilgiler, çağdaşı Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde anlattıklarına dayanır. Evliya Çelebi'ye göre 1632-33 yılında, IV. Murad'ın' kızı Kaya Sultan'ın doğumu münasebetiyle yapılan şenlikler sırasında 50 okka barut macunundan yedi kollu bir fişek icat etmiş, "Padişahım, seni hûdaya ısmarladım, İsa nebi ile konuşmaya gidiyorum" diyerek Sarayburnu'nda IV. Murad'ın huzurunda fişeğe binmiş, yardımcılarının fişeği ateşlemesiyle havaya yükselmiştir; havada iken yanındaki fişekleri ateşleyince denizin yüzü aydınlanmış. büyük fişeğinin barutu kalmayıp yere doğru düşerken de ellerindeki kartal kanatlarını açıp Sinan Paşa Köşkü önünde denize inmiştir. Oradan da yüzerek padişahın huzuruna gelmiş ve, "Padişahım, İsa nebi sana selam etti" diyerek şaka yapmıştır. Sultan Murad Hasan Çelebi'ye 1 kese akçe vermiş, ayrıca onu 70 akçe yevmiye ile sipahi yazdırmıştır. Yine Evliya Çelebi'nin belirttiğine göre daha sonra Kırım'a Selamet Giray Han'ın yanına giden Lagari orada vefat etmiştir.
 
"Yar-ı gar-ı sadıkımız" demesinden Evliya Çelebi'nin yakın dostlarından olduğu anlaşılan Hasan Çelebi'nin barutun itme gücüne dayalı, tepki prensibiyle çalışan iptidai bir füze ile havaya yükselerek yavaşça denize inme hadisesinin, Evliya Çelebi' nin anlattıklarına dayanılarak yapılan hesaplamalar neticesinde mümkün olabileceği sonucuna varılmıştır. Bu hesaplamalara göre Lagari'nin bu iptidai roketle 250 m. kadar havaya yükselmiş olabileceği, "Deniz yüzünü aydınlattı" şeklindeki ifadeden burada iken ateşlediği öteki fişeklerle muhtemelen yönünü değiştirdiği, iki elinde tuttuğu kartal kanadı şeklinde tasvir edilen şeyin bir nevi paraşüt vazifesi gördüğü ve bu sayede yavaşça denize indiği anlaşılmaktadır.
 
EVLİYA ÇELEBİ (1611 – 1682)13
 
Hayatı hakkında bilinenler seyahat hatıralarını topladığı on ciltlik muazzam eserine dayanır. Tam ve gerçek adı belli değildir. Evliya Çelebi adı muhtemelen takabından gelmekte olup hocası imam Evliya Mehmed Efendi"ye nisbetle alınmış olmalıdır. Kırk yılı aşkın bir süre boyunca hemen hemen bütün Osmanlı ülkesini ve diğer memleketleri dolaşarak Türk kültür tarihinde örneğine rastlanmayan büyük bir seyahatname kaleme almış ve günümüzde önemi giderek artan bu eseriyle adeta bütünleşmiştir.
 
Eserindeki bilgilere göre 25 Mart 1611'de İstanbul'da Unkapanı'nda doğdu. Babası, Seyahatname'nin bazı yerlerinde adı Derviş Mehmed Ağa, Derviş Mehmed Ağa-i Zılli şeklinde de geçen Saray-ı Amire kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zılli Efendi'dir. Eserinde çoğunlukla mübalağalı haberler vermekten hoşlanan Evliya Çelebi, dünyaya geldiğinde evlerinde yetmiş kadar ulema ve meşayih bulunduğunu, onların manevi yardımlarından dolayı macera dolu hayatında her türlü dert ve sıkıntıdan kolayca kurtulduğunu belirtir. 
 
Bunlar herhalde babasının tanınmış bir kişi olduğunu anlatmak için yazılmıştır. Nitekim babasının Kıbrıs adasının fethine katıldığını, Magosa'nın anahtarlarını takdim ettiğini yazması da bu kanaati doğrulamaktadır. Ayrıca I. Ahmed devrinde Kabe'nin oluklarını bizzat imal ederek surre emanetiyle Hicaz'a götürdüğünü. Sultan Ahmed Camii'nin kapı ve pencere tezyinatı işlerinde çalıştığını, böylece I. Ahmed 'in takdirini kazanarak musahib-i şehriyariliğe kadar yükseldiğini de kaydeder. Ataları hakkında ise karışık bilgiler vermektedir. Ailesini Germiyanoğulları'na bağlayıp Hoca Ahmed Yesevi soyundan geldiğini bildirir. Dedeleri arasında bulunduğunu söylediği Yavuz Er (belki de Yavuz Özbek) Fatih'in bayraktarıdır. Yavuz Er gaza malından 100 vakıf dükkanla Evliya Çelebi'nin doğduğu evi yaptırmıştır.
 
Evliya Çelebi'nin ifadelerinden, atalarının Kütahya'da Zereğen mahallesinde ikamet ettikleri. fetihten sonra İstanbul'a gelip yerleştikleri anlaşılmaktadır. Kütahya'daki evlerinden başka ailesine ait Bursa'da inebey mahallesinde ve Manisa'da birer ev ile Sandıklı'da bir çiftlik bulunuyordu. Aile istanbul'a yerleştikten sonra Unkapanı'nda iki eve ve dükkana sahip oldu. Evliya Çelebi bunlardan bahsederken Kadıköy'de de bir bağlarının bulunduğunu kaydeder. Annesinin ise Abaza asıllı olup I. Ahmed zamanında saraya getirildiğini ve babası ile evlendirildiğini yazar. Annesi tarafından Melek Ahmed Paşa, Defterdarzade Mehmed ve İpşir Mustafa Paşa ile akrabalığı vardır. Mahmud adında bir erkek
 
13 Detaylı bilgi için bkz...(İlgürel, Mücteba(1995), “Evliya Çelebi”, TDVİA, C.11, s.529-533)
 
kardeşiyle inal adında bir kız kardeşi bulunuyordu; kız kardeşi IV. Murad döneminde isyan eden Balıkesirli İlyas Paşa ile evlenmişti.
 
iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılan Evliya Çelebi, Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesinde yedi yıl kadar derslere devam ettiği gibi hocası Evliya Mehmed Efendi'den de hıfza çalıştı. Babasından hattatlık öğrendi. Ardından saraya intisap ederek Enderun'da tahsilini sürdürdü. Güzel sesi dolayısıyla musiki eğitimi de aldı. Bu konuda Derviş Ömer Efendi'den faydalandı. Bir müddet sonra Silahdar Melek Ahmed Ağa (Paşa). Rûznameci İbrahim Efendi ile Hattat Hasan Paşa tarafından IV. Murad'a takdim edildi. Takdim sırasında padişahın yanında Emir Güne Han'ı ilk defa gördü. Padişahın emriyle Kilar-ı Has'a alındı. Burada eğitildi ; hat, musiki, nahiv ve tecvid gibi dersler okuyarak bilgisini arttırdı.
 
Evliya Çelebi kendi ifadesine göre sık sık IV. Murad'ın huzuruna çıkıyor, nükte ve hoş sözlerle onu oyalıyor. hatta Padişah sinirli zamanlarında kendisini çağırtıyordu. Saraydaki muhiti onun edebi kudret, bilgi ve görgüsünün artmasında oldukça önemli rol oynamış olmalıdır. Öğrenme arzusunu hayatı boyunca sürdürdüğü anlaşılan Evliya Çelebi, dört yıl kaldığı Enderun'dan 40 akçe maaşla sipahi zümresine dahil olmak üzere çırağ edilmiştir.
 
ilk seyahat heyecanını, Kanuni Sultan Süleyman devrinden Sultan İbrahim’e kadar gelen padişahlara hizmet ettiğini belirttiği babasının sohbetlerinden aldığı, ayrıca babasının arkadaşlarından ve dostlarından dinlediği çeşitli seyahat maceralarının da ona ilham verdiği söylenebilir. Geniş bir hayal dünyasına ve bilgi birikimine sahip bulunması seyahat merakını karşı konulmaz bir hale getirmiş olmalıdır. Kendisi eserinde seyahatlerinin sebebi ni, 19 Ağustos1630 aşure gecesi gördüğü bir rüyaya bağlamaktadır. 
 
Buna göre İstanbul'da Yemiş iskelesi civarındaki Ahi Çelebi Camii'nde Hz. Peygamber'i kalabalık bir cemaatle birlikte görür, heyecana kapılıp Resül-i Ekrem'in elini öperken, "Şefaat ya Resülallah" diyecek yerde "Seyahat ya Resülallah" der. Hz. Peygamber tebessüm ederek şefaati. seyahati ve ziyareti ona müjdeler; cemaatte bulunan ashabın duasını alır; Sa'd b. Ebu Vakkas da gördüklerini yazması temennisinde bulunur. Bu rüyayı tabir ettirdiği Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Abdullah Dede'nin, "Sa'd b. Ebu Vakkas'ın nasihati üzere ibtida bizim İstanbul'cağızı tahrir eyle" tavsiyesiyle önce doğduğu ve yaşadığı şehri gezmeye, gördüklerini yazmaya karar verir.
 
KATİP ÇELEBİ (1609 – 1657)14
 
Şubat 1609 İstanbul'da doğdu. Hayatına ait orjinal bilgiler bizzat kaleme aldığı otobiyografilerine ve yeri geldikçe öteki eserlerine serpiştirdiği kısa notlara dayanmaktadır. Asıl adı Mustafa, babasının adı Abdullah'tır. Ulema arasında Katib Çelebi, Divan-ı Hümayun mensupları arasında Hacı Halife diye tanınır. Babası Enderun'dan yetişerek silahdarlıkla alakalı bir görevle çırağ edilmiş, devrin alim ve şeyhlerinin meclislerine katılarak ilme karşı büyük ilgi içinde olmuştur. Katib Çelebi beş yaşında iken babasının özel olarak tuttuğu İsa Halife el-Kırımi'den ilk dini bilgileri aldı ve Kur'an'ı kısmen ezberledi. Daha sonra ilyas Hoca'dan dil bilgisi, Böğrü Ahmed Çelebi adlı hattattan yazı dersleri aldı.
 
Katib Çelebi on dört yaşına geldiğinde babası ona maaşından 14 dirhem harçlık bağladı ve yanına aldı. Böylece Divan-ı Hümayun kalemlerinden Anadolu Muhasebeciliği Kalemi'ne girerek burada hesap kaidelerini, erkam ve siyakat yazısını öğrendi. Ertesi yıl Abaza Paşa isyanını bastırmak için Erzurum'a giden orduyla birlikte babasının yanında Tercan 1626’da Bağdat seferlerine katıldı. Her iki seferde de savaşın bütün safhalarına ve sıkıntılarına şahit oldu. Bağdat' ı alamayıp muhasarayı kaldırmak zorunda kalan ordunun geri dönüşü sırasında çekilen kıtlık ve karışıklıklardan oldukça etkilendi. Musul'a geldiklerinde Ağustos 1626’da babasını, bir ay sonra da Nusaybin'de amcasını kaybetti. 
 
Bir süre Diyarbekir'de kaldı. Babasının arkadaşlarından Mehmed Halife tarafından Süvari Mukabelesi Kalemi'ne tayin edildi. 1628 yılında Erzurum muhasarasında bulundu ve birçok sıkıntıyla karşılaştı. İstanbul'a dönünce Kadızade Mehmed Efendi'nin derslerine devam etti. Düzgün bir ifadeye tesirli bir hitabet gücüne sahip olan bu zatın etkisinde kaldı. 1630’da Hüsrev Paşa'nın maiyetinde Hemedan ve
 
14 Detaylı bilgi için bkz...(Gökyay, Orhan Şaik(2002), “Kâtip Çelebi”, TDVİA, C.25, s.36-40)
 
Bağdat seferlerine katıldı. Bu seferler sırasında uğradıkları veya zaptettikleri Gülanber Kalesi, Hasanabad, Hemedan Bisütün gibi şehir ve menziller hakkındaki gözlemlerini Cihannüma adlı eserlerinde anlattı. Ayrıca bizzat bulunduğu Bağdat'ın muhasarasını ve savaşın safhalarını oldukça canlı bir şekilde tasvir etti. Daha sonra İstanbul'a dönen Katib Çelebi yine Kadızade'nin derslerine devam ederek tefsir. İhya'ü 'ulumi'd-din, Şerh i Mevakıf, Dürer ve Tarikat-i Muhammediyye okudu. Tabanıyassı Mehmed Paşa'nın kumandasındaki ordu ile tekrar Şark seferine gitti (1633 – 1634); ordunun Halep'e çekilmesinden istifade ederek hac farizasını yerine getirdi. Ardından Diyarbekir'de kışlamakta olan orduya katıldı. Burada bazı alimlerle sohbet etti ve ilmi tartışmalar yaptı. 
 
1635'te IV. Murad'ın Revan Seferi'nde bulundu. Bu sefere ait gözlemlerini oldukça geniş biçimde anlatan Katib Çelebi daha sonraki hayatını hemen tamamen ilmi çalışmalara verdi. Kendi ifadesiyle "cihad-ı asgardan cihad-ı ekber" e döndü. Kendisine kalan küçük bir mirası kitaplara yatırdı. Halep'te iken sahaf dükkanlarında gördüğü kitapların isimlerini yazmaya başlamıştı. Daha ziyade tarih, tabakat ve vefeyat türü eserleri okumayı seven Katib Çelebi. 
 
1636 yılına gelinceye kadar bu tür kitaplardan birçoğunu okumuş bulunuyordu. Ertesi yıl zengin bir akrabasının ölümü üzerine kendisine düşen oldukça büyük bir mirasın üç yük kadarını (300.000 akçe) yine kitaplara verdi, geri kalanla da Fatih Camii'nin kuzey tarafında bu cami ile Yavuz Sultan Selim Camii arasında bulunan evini tamir ettirdi ve aynı tarihte evlendi. Tamamen ilim ve telifte uğraştığından IV. Murad'ın Bağdat Seferi'ne katılmadı. Devrinin fazileti ve geniş bilgisiyle meşhur alimlerinden A'rec Mustafa Efendi'nin derslerine devam ederek onu kendisine üstat kabul etti. Hocası da Katib Çelebi'ye diğer talebelerinden ayrı bir teveccüh gösterdi. 
 
Ondan el-Endelüsiyye fi'l'aruz, Hidayetü'l-hikme (dördüncü babın sonuna kadar), Mülahhaş fi'l-hey'e şerhini ve Eşkalü 't-te'sis'i okudu. Bu arada Ayasofya Camii dersiâmı Abdullah ve Süleymaniye Camii dersiâmı Keçi Mehmed efendilerin derslerine devam etti. 1642 yılında Vaiz Veli Efendi'den İbn Hacer el-Askalani'nin Nuhbetü'l-fiker adlı eserini okudu ve yine ondan Elfiyye derslerine başladı. İki yılda usul-i hadis ilmini tamamladı. Ermenek müftüsü Molla Veliyyüddin'den Telhişü'l-miftah'ı, Ali b. ömer el-Katibi'nin mantıka dair eş-Şemsiyye'sini okudu. On yıl kadar geceli gündüzlü ilimle uğraşan Katib Çelebi bazan kendini tamamen bir kitaba verir, her şeyi unutur, odasında güneşin doğmasına kadar mumyanar ve bundan hiç yorgunluk duymazdı. 
 
Ayrıca bazı talebelere ders veren Katib Çelebi 1645 Girit seferi münasebetiyle harita yapımıyla da ilgilendi. Bu sıralarda mukabele baş halifesiyle kadro meselesi yüzünden tartışınca memuriyetten ayrıldı. Diğer öğrenciler yanında kendi oğluna da çeşitli konularda ders veren Katib Çelebi, hastalığı sırasında tedavi yollarını öğrenmek amacıyla bir yandan tıp kitaplarını okurken bir yandan da manevi çareler aramak için esma ve havas kitaplarını inceledi, zira temiz bir gönülle edilen duaların şifalı tesirlerinden emindi. Müslüman olan Fransız asıllı Mehmed İhlasi' nin yardımıyla bazı eserleri Latince'den Türkçe'ye çevirdi. 6 Ekim 1657 sabahı vefat ederek Zeyrek Camii civarındaki kabristana gömüldü.
 
MÜNECCİMBAŞI AHMED DEDE (1631 – 1702)15
 
1631’de Selânik’te doğdu. Ailesi aslen Konya Ereğli’dendir. Çulhacı olan babası Lutfullah Efendi bölgede meydana gelen asayişsizlik yüzünden Selânik’e göç etmiştir. Ahmed küçük yaşta babasının mesleğini öğrendi, ancak zamanla ilme olan meyli sebebiyle baba mesleğini bıraktı ve Selânik Mevlevîhânesi Şeyhi Mehmed Efendi’ye intisap etti. Burada bir taraftan öğrenim görüp bilgisini arttırırken diğer taraftan Şeyhinin yazdıklarını temize çekme işiyle meşgul oldu ve Mevlevî tarikatının âdâbını öğrendi. Daha sonra dönemin Selânik müftüsü Abdullah Efendi’den fıkıh ve tefsir dersleri aldı. Yirmi üç-yirmi dört yaşlarındayken İstanbul’a gitti. Önceleri Galata Mevlevî Tekkesi Şeyhi Arzî Dede Efendi’nin hizmetinde kaldı. 
 
Şeyhülislâm Minkarîzâde Yahyâ Efendi, İbrâhim el-Kürdî ve Ahmed Nahlî’den tefsir, hadis ve diğer İslâmî ilimleri okudu. Ardından Kasım Paşa Mevlevîhânesi Şeyhi Halil Dede’ye intisap etti. Halil Dede’den Mesnevî, tefsir, hadis, usul ve meânî, dersiâm Sâlih Efendi’den mantık ve felsefe dersleri aldı. Diğer taraftan tıp ve tabii ilimleri seretibbâ-yi hâssa Sâlih Efendi’den, astronomi, astroloji ve matematik ilimlerini kendisinden önce müneccimbaşı olan Şekîbî Mehmed Efendi’den öğrendi. 
 
15 Detaylı bilgi için bkz...(Ağırakça, Ahmet(2006), “Müneccimbaşı Ahmed Dede”, TDVİA, C.32, s.4-6)
 
Bu sırada zekâsı ve üstün meziyetleri ile dikkat çekti. Mehmed Efendi’nin ölümünden sonra onun yerine müneccimbaşı oldu (1668).
 
31 Mart 1668’de IV. Mehmed, Ahmed Dede’ye, huzuruna çağırıp fenn-i nücûmdaki maharetini anlamak için Enderun ağalarından birinin eline bir billûr parçası saklatıp bunun ne olduğunu bulmasını söyledi. Ahmed Dede ilminin gerektirdiği şekilde hesaplarını yaparak saklanan maddeyi tanımlayınca Padişah onu çok takdir etti ve bütün borçlarını karşılayacak bir meblağla mükâfatlandırdı. Haziran- Temmuz 1675 aylarında yapılan ve kırk gün süren Şehzade Mustafa’nın sünnet düğünü ile ikinci vezir Musâhib Mustafa Paşa’nın Padişahın kızı Hatice Sultan’la evlenme törenlerinde ulemâ ve meşâyih sofralarına katılıp devlet büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Bu arada sultanın huzuruna kabul edilerek Padişah musâhibi oldu ve kendisine Biga ve Kemer – Edremit (bugünkü Burhaniye) kazaları arpalık olarak verildi, derecesi de Kudüs pâyesine yükseltildi. İtibarı IV. Mehmed devrinin sonuna kadar sürdü. IV. Mehmed’in latifeden hoşlandığını bilen Ahmed Dede, Ubeyd-i Zâkânî’nin Dilgüşâ adlı ri- sâlesini Türkçe’ye çevirip sultana takdim etti.
 
IV. Mehmed’in Kasım 1687’de tahttan indirilip yerine II. Süleyman’ın geçmesi üzerine Ahmed Dede görevinden azledilerek Kahire’ye gönderildi. Diğer bir rivayette hacca gitmek için Mısır’a kendi isteğiyle gittiği belirtilir. Kahire seyahatini, o sırada silâhdarlıktan vezâret rütbesiyle Mısır’a terfi ettirilen ve kendisinin de mânevî oğlu olan Moralı Hasan Paşa ile birlikte yapmış ve Hasan Paşa’nın beylerbeyiliği müddetince Kahire’de kalmıştı. 
 
1691’de haccetmek için Mısır’dan ayrılıp Mekke’ye gitti. Mekke’de mevlevîhânenin Şeyhliğini yaptı ve 1694 yılında Medine’ye geçip orada altı yıl müddetle tefsir ve Hanefî fıkhı okuttu. 1700’de Mekke’ye dönüp tekrar Mevlevî Tekkesi’ne şeyh oldu. Bu sırada İstanbul’a davet edildiyse de yaşlılığını ileri sürerek bunu kabul etmedi. Onun bir ara Tâif’te bulunduğu ve eserlerinden birkaçını orada kaleme aldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Dede 27 Şubat 1702 tarihinde Mekke’de vefat etti ve Cennetü’l-muallâ’ya defnedildi. Âlim olduğu kadar zarif, nüktedan ve iyi yürekli bir kişiliğe sahip olduğu, her mecliste güzel sözler söylediği ve nükteler yaptığı, bir mecliste söylediğini bir daha tekrar etmediği kaydedilir.
 
İBRAHİM MÜTEFERRİKA (1674 – 1745)16
 
Matbaa denilince akla ilk gelenlerden biri olan İbrahim Müteferrika 1674 yılında Macaristan'ın Kaloşvar şehrinde doğdu. Üniteryen bir Macar olan Müteferrika, Türkler tarafından esir olarak İstanbul'a getirildi. Burada Müslüman oldu ve müteferrikalık yaptı. "Müteferrika", sarayda Padişah veya Vezirlerin işlerine bakan görevlidir Başka diller de bilmesinden dolayı yabancı devletlerle iletişim kuran heyetlerde bulundu. Geçici bir süre için Türkiye'ye davet edilmiş olan Macar beyi Ferenc Rakoczi'nin hizmetine verildi. Macaristan'daki öğrenimi sırasında basım ve hak işlerini de öğrendiğinden matbaa kurmak istedi ve 1719-1720 yılları arasında matbaayı kurmayı başardı. 
 
1719 yılında ilk kez Marmara Denizi haritasını basmayı başardı. 1745 yılında vefat etmiştir.
 
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından 1720 yılında Paris'e elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi yanında oğlu Mehmed Said Efendi'yi de götürmüştü. Yirmisekiz Mehmet Çelebi, sefaretnamesinde Fransa'ya yönelik çok önemli bilgileri verirken, oğlu da boş durmamış ve birçok yeniliğin Osmanlı İmparatorluğuna taşınmasını sağlamıştır. Mehmet Sait Efendi Paris'te iken bir matbaaayı da ziyaret etmiş ve İstanbul'a dönüşünde bu konuda çalışmaya da karar vermişti. 
 
İbrahim Müteferrika, İstanbul dönüşü Mehmet Sait Efendi ile tanıştıktan sonra beraberce bir matbaa kurmak için çalışmalara başladılar. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa onların düşüncelerini destekledi. Matbaanın açılmasına ancak dini olmayan eserler basmak şartı ile izin verildi ve Şeyhülislâm Abdullah Efendi'den dinle ilgili olmayan eserlerin basılabileceği yönünde bir fetva, III. Ahmet'ten de uygunluk fermanı aldılar. 16 Aralık 1727 tarihinde Darü't-Tıbâati'l Amire adlı ilk matbaanın
 
16 Detaylı bilgi için bkz... (Afyoncu, Erhan(2000), “İbrahim Müteferrika”, TDVİA, C.21, s.324-327 : Babinger, Franz(2004), Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, Çev: Nedret Kuran Burçoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları : Sabev, Orlin(2006), İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni 1726-1746, Yeditepe Yayınevi)
 
kurulmasına başlanıldı. Makina ve Latin alfabesi kalıpları yurtdışından getirtildi. (Arap alfabesi kalıplarının kaynağı ise açık değildir ve Müteferrika tarafından yapıldığına dair bulgular vardır.) Yalova'da bir kâğıt fabrikası (Kağıthane-i Yalakabad) kuruldu. 1729’da matbaanın ilk basılan kitabı Vankulu Lügatı oldu. Ardından tarih ve coğrafyayla ilgili ve sözlük olan 16 eser daha yayımladı ve bastığı toplam eser sayısı 17'yi, cilt sayısı ise 22'yi buldu.
 
Matbaada basılan ilk kitap Vankulu Lugatı idi. 500 adet basılmıştı. Bu kitapların tamamı satıldı. Daha sonra Tuhfetü’l-Kibar, Tarih-i Seyyah, Hindi’l-Garbi, Tarih-i Timur, Tarihü’l-Mısır, Gülşen-i Hulefa, Grammaire turque, Usulü’l-Hikem gibi kitaplar basıldı. Bunlardan Grammaire turque, Usulü’l-Hikem ve Tarih-i Raşid/Çelebizade kitaplarının çoğu satıldı. Toplamda basılan 9700 kitaptan 6724'ü (%70) satılmıştı. İbrahim Müteferrika kurduğu matbaasında ömrü boyunca toplam 17 ayrı kitap basmıştır:
 
Kitab-ı Lügat-ı Vankulu (Sihah El-Cevheri), 2 cilt halinde, 1729 Tuhfet-ül Kibar fi Esfar el-Bihar, 1729
Tarih-i Seyyah, 1729 Tarih-i Hind-i Garbi, 1730
Tarih-i Timur Gürgan, 1730
Tarih-I Mısr-i Kadim ve Mısr-i Cedid, 1730 Gülşen-i Hülefa, 1730
Grammaire Turque, 1730
Usul el-Hikem fi Nizam el-Ümem, 1732 Fiyuzat-ı Mıknatısiye, 1732
Cihannüma, 1732
Takvim el-Tevarih, 1733
Kitab-ı Tarih-i Naima, 2 cilt halinde, 1734
Tarih-i Raşid, 3 cilt halinde, 1735
Tarih-i Çelebizade, 1741
Ahval-i Gazavat der Diyar-ı Bosna, 1741
Kitab-ı Lisan el-Acem el Müsemma bi-Ferheng-i Şuuri, 2 cilt halinde, 1742
 
Bu kitaplardan Tarih-i Çelebizade 'nin pek çok nüshası Tarih-i Raşid 'in üçüncü ve son cildinin arkasına eklenip ciltlenerek beraber satıldığı için, bazı kaynaklar hataya düşerek Müteferrika'nın bastığı kitap sayısını 16 olarak göstermektedirler. Basılan kitapları çoğunlukla Kethüda, Mektupçu, Çavuşbaşı gibi Osmanlı Bürokrasisi ve Şeyhülislam, Kadı v.b. satın almıştır. Özellikle ilmiye sınıfından kişilerin kitapları alması ulemanın matbaaya karşı olmadığını göstermektedir. Buna karşın satış adetleri çok düşük kaldığından İbrahim Müteferrika , latince olarak bastırdığı kataloglarla Avrupa'nın değişik yerlerinde kitaplarını satmaya çalıştı. Örneğin Grammaire Turque den 200 adedini Cizvit Mektebine, peşin fiyatı 3 kuruş iken toptan 2,5 kuruşa satmıştır.
 
Devlet görevi nedeniyle bir süre sonra Mehmet Said Efendi matbaadan ayrıldı ve İbrahim Müteferrika tek başına matbaayı idare etmeye başladı. Bu süre içinde en çok kalifiye eleman bulma sıkıntısı yaşanmaktaydı. 1747’de İbrahim Müteferrika'nın ölümünden sonra matbaanın işletme izni Rumeli kadılarından İbrahim Efendi ile Anadolu kadılarından Ahmed Efendi'ye verilmiştir. Bu ikili sadece
 
1757 de bir tek kitap basabildi, bu da Müteferrika tarafından basılan Vankulu Lûgatı'nın ikinci baskısıydı. Bu tarihten sonra matbaa 1784'e kadar hiçbir faaliyette bulunamadı.
Matbaanın Osmanlı İmparatorluğu'na geç gelmesinin nedenleri olarak, günah olduğu, İstanbul'daki 90.000 hattatın buna engel olduğu gibi nedenler öne sürülmektedir. Ancak elimizde matbaanın günah olduğuna dair herhangi bir fetva ya da kanıt yoktur. 
 
90.000 hattatın engel olduğu ise inandırıcı değildir. Çünkü o tarihlerde İstanbul'da bütün esnafların toplamı bile bunun çok altındadır. Zaten eğer böyle olsaydı kitaplıkların yüzbinlerce yazma eser ile dolu olması gerekirdi. Matbaanın geç gelmesi tartışılırken esas sorulması gereken soru "Geldi de Ne oldu ?" sorusu olmalıdır. Osmanlılarda matbaanın faaliyete geçtiği 18. yüzyılda Japonya'da 10.000 çeşit kitap, matbaanın yeni kullanılmaya başlandığı 15. yüzyılda Avrupa'da 30-35.000 çeşit kitap basılmışken Osmanlılarda matbaanın aktif olduğu 65 senede sadece 50 çeşit kitap basılabilmiştir.
 
HUMBARACI AHMED PAŞA (1675 – 1747)17
 
Fransa'nın Limousin eyaleti soylularından olup 14 Temmuz 1675'te Coussae şehrinde doğdu. Asıl adı Claude-Aleksandre Com te de Bonneval'dir. Küçük yaşta askerlik mesleğine girdi ve önce bahriyede çalıştı, 1698'de kara kuvvetlerine geçerek kısa sürede yükseldi. İtalya ile yapılan muharebelere ve İspanya veraset savaşlarına katıldı ve önemli başarılar kazandı. Ancak 1704 yılında XIV. Louis ile arası açılınca ordudan atıldı; Paris'ten kaçarak Fransa'nın düşmanı Avusturya'ya sığındı. Burada Prens Eugen'in maiyetine girdi; Avusturya ordusunda çeşitli görevlerde bulundu; Fransız kuvvetlerine karşı gösterdiği başarılar dolayısıyla rütbesi yükseltildi ve İmparatorun müsteşarlığına getirildi. 1716'da Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında cereyan eden Varadin Savaşı'nda önemli rol oynadı. Bu arada yeni Fransa Kralı XV. Louis tarafından affedildi. 
 
Avusturya İmparatoru VI. Charles’da onu müşirliğe getirdi. Ancak Başvekil Prens Eugen'le anlaşmazlığa düşünce görevden alındı; bir süre hapiste yattıktan sonra yirmi iki yıl hizmet ettiği bu ülkeden de kaçtı. İspanya ve Lehistan'dan sığınma talebinde bulunduysa da kabul görmedi. İki yıl kadar Venedik'te kaldı. 1729'da Osmanlı Devleti'ne sığındı. Bir süre Saraybosna'da oturdu. İstanbul'a yaptığı müracaat, III. Ahmed ve barış taraftarı Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa tarafından komşu devletlerle iyi geçinme siyaseti sebebiyle dikkate alınmadı. Onun asıl niyeti Osmanlı himayesindeki Macaristan'da prensliği ele geçirmekti. Saraybosna'da geleceğe yönelik tasavvurlarını gerçekleştirmek için İslamiyet'i kabul edip Ahmed adını aldı. Ardından sarayın daveti üzerine İstanbul'a hareket ettiyse de bu esnada III. Ahmed'in tahttan indirilmesi ve Damad İbrahim Paşa'nın ölümüyle sonuçlanan Patrona İsyanı yüzünden bir süre Gümülcine'de bekledi. Bu sırada kendisine bir miktar maaş bağlandı.
 
I. Mahmud'un tahta çıkması ile (1730) dışarıya karşı barış devri sona erdi, içeride de askeri ıslahat dönemi başladı. Sadrazam Topal Osman Paşa, Avusturyalılar'dan intikam almak için Osmanlı ordusunda mutlaka ıslahat yapmanın gereğine inanıyordu. O sırada Ahmed Bey sunduğu bir raporda artık bu çağda cesaret ve kahramanlığın yetmediğini, askerlikte eğitim, disiplin ve maaşların düzenli ödenmesinin daha önemli olduğunu belirtti. Yapılması gereken yenilikler için Fransız ve Avusturya ordu kuruluşları. bunların asker toplama yöntemleri ve eğitimleri hakkında bilgiler verdi, sıhhiye bölükleri kurulmasını önerdi. 
 
Osman Paşa askeri bilgisini takdir ettiği Ahmed Bey'i İstanbul'a çağırdı (1731). Beylerbeyi payesiyle Humbaracı Ocağı'nın başına getirilen ve bundan böyle Serhumbaracıyan (humbaracıbaşı) ve daha yaygın olarak Humbaracı Ahmed Paşa diye şöhret bulan Bonneval işe ulufeli bir humbaracı sınıfı kurmakla başladı ve bunun için bir nizamname hazırladı. Bosna'dan getirtilen 300 kadar nefere her gün Üsküdar'da Ayazma'da yaptırılan Humbaracılar Kışlası'nda talim yaptırdı. Kısa sürede sayıları 600'ü aşan bu neferlere aynı zamanda matematik dersi de veriyordu. Buradan yetişen humbaracılar Vidin, Niş, Hotin, Azak ve Bosna sınırlarındaki kalelere gönderiliyordu. Kışlanın yanındaki imalathanede Ahmed Paşa ilk merhalede 100 havan, 50.000 humbara döktürmüştü. Osman Paşa'nın 1732 Martında azlinden sonra Humbaracı Ahmed Paşa bir süre unutulduysa da Hekimoğlu Ali Paşa zamanında kendisine tekrar beylerbeyilik payesi verildi; aynı zamanda Yirmisekizçelebizade
 
17 Detaylı bilgi için bkz...(Özcan, Abdülkadir(1998), “Humbaracı Ahmed Paşa”, TDVİA, C.18, s.351-353)
 
Mehmed Said Paşa'nın tavsiyesiyle sadrazam müşaviri oldu. Hekimoğlu Ali Paşa humbaracıbaşıdan siyasi yönden de faydalanmak istiyordu. Ahmed Paşa ise özellikle dış politikaya dair verdiği raporlarla Devlet-i Aliyye'nin Fransa ile ittifakını sağlamaya çalışıyordu. Nitekim bir raporunda Rusya'ya karşı Osmanlı - Fransız ittifakı üzerinde durmuştu. Ona göre Osmanlı Devleti için en büyük tehlike Rusya'nın hızla büyümesiydi. Osmanlı - Fransız ittifakına daha sonra İsveç girecek, İspanya Fransa'ya tabi olacak, Hollanda ve İngiltere gibi denizci devletler de Ortadoğu ve Uzakdoğu ticaretinde Rusya'yı kendilerine rakip göreceklerdi. Bu fikirler sadrazamın hoşuna gitmiş, ancak Fransa Osmanlı Devleti ile ittifaka yanaşmamıştı.
 
Humbaracı Ahmed Paşa'nın fikirleri I. Mahmud tarafından da takdir ediliyordu. Böylece Ahmed Paşa'nın İstanbul'da nüfuzu iyice arttı. Üsküdar'da ikametine büyük bir konak tahsis edildi. Artık hükümetin işlerini yönlendirmeye, özellikle dış politikada etkili olmaya başladı. Debdebeli bir hayat sürüyor, paşa ve vezirlerden saygı görüyordu. Hırslı bir devlet adamı olan Ahmed Paşa I. Mahmud'un verdiği rütbelerle tatmin olmuyor. Avrupa hükümetlerini de kendi istek ve fikirlerine rametmek istiyordu. Avrupa devletlerinden İstanbul'a gelen delegeler önceleri Ahmed Paşa'ya önem vermemişler, fakat yardımından mahrum kalanlar işlerinin yürümediğini görünce kendisiyle bağlantı kurma ihtiyacı duymuşlardı. 
 
Fransız elçisi Marquis de Wilneuve ise Ahmed Paşa'nın sır tutmaması yüzünden iyi bir devlet adamı olmadığını ileri sürüyordu. Gerçekten o sırada mazileri karışık, ülkelerinde rahat durmamış. menfaatleri uğruna İslamiyet'i kabul etmiş birçok insan Ahmed Paşa'nın etrafında toplanmış, paşa da bazı mevkilere getirttiği bu insanlara evini açmış, devlet sırlarını ve ileriye dönük planlarını anlatmıştı. Rusya ve Avusturya bunlar arasından edindiği casuslar vasıtasıyla Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki görüşmelerden haberdar olmuş. böylece iki ülkenin ittifak yapmasını engellemişlerdi. Ahmed Paşa bu defa Osmanlı Devleti'nin İsveç'le ittifak kurmasını sağlamaya çalıştı. Daha sonra Fransa; İsveç'in yanında yer alacak ve dolayısıyla Osmanlı Devleti ile birleşmiş olacaktı.
 
Faaliyetlerini daha çok Fransa'nın menfaatleri doğrultusunda yoğunlaştıran Ahmed Paşa'nın bu niyeti Osmanlı hükümet ricalince pek anlaşılamamıştı. 1736'da başlayan Osmanlı – Rus - Avusturya savaşlarında bulundu. Fakat serdarıekrem müşaviri olarak kendisinden istifade edilemediği gibi humbaracıların maaşlarının ödenmesi için sadrazama karşı sert tavır almasından dolayı gözden düştü. Diplomasideki başarısızlığına rağmen askeri ıslahat girişimlerinde oldukça başarılı oldu. 
 
Gerçekten Osmanlı ordusunun ıslahı için projeler, muhtıralar ve haritalar düzenleyen Ahmed Paşa'nın gerek ordunun silahlanmasında gerekse sevkinde önemli hizmetler yaptığı bilinmektedir. Onun tavsiyesi üzerine uygulanan bazı savaş yöntemleri sebebiyle Ruslar ve Avusturyalılar Osmanlı ordusu karşısında pek başarı kazanamamışlardı. Osmanlılar Orsova'yı almışlar, Belgrad'ı tehdide başlamışlardı. Osmanlı Devleti'nin bu başarısı Fransa'nın işine geliyordu. 
 
Ahmed Paşa ile aralarında rekabet kalmayan Wilneuve el ele vererek aynı amaç için çalışmaya başlamışlardı. Ancak Wilneuve, Osmanlı Devleti'nin bu başarılarının uzun sürmeyeceğini düşünerek barış yapılmasını gerekli görürken Avusturyalılar'dan intikam alma emelinde olan Ahmed Paşa savaşın devamını istiyordu. Nitekim Macaristan halkını ayaklandırmak için bazı girişimlerde bile bulunmuştu. Hatta o sırada Tekirdağ'da yaşayan Macar milli kahramanlarından Rakoçi Ferenç ile bağlantı kurmuş, fakat onun ölümü üzerine kendisinden faydalanamamıştı. Ahmed Paşa daha sonra Rakoçi'nin oğluna yanaşarak ondan istifadeye çalışmış ve onu ikna etmişti.
 
Rakoçi'yi Tekirdağ'dan İstanbul'a çağırtarak Erdel Beyliği'ne getirten Ahmed Paşa onu Tuna sahillerine sevkettirmiş, kendisi de oralara gitmişti. Böylece Macaristan halkının prense tabi olacağını umuyordu. Fakat Avusturya'nın baskısı altında yaşayan Macarlar milli şuurdan yoksun oldukları için genç prense tabi olmadılar. Humbaracı Ahmed Paşa istanbul'a dönünce bütün nüfuzunun kırıldığını gördü. Devlet ricali artık kendisini iyice tanımıştı. Maiyetindeki humbaracıların maaş alamadıkları bahanesiyle ayaklanmaları Ahmed Paşa'nın durumunu daha da kötüleştirdi. Babıali'ye geldiği bir gün şiddetle azarlandı ve Kastamonu'ya sürüldü (1738). Onun bu gözden düşüşü Fransa'da büyük tesir yapmış, hatta XV. Louis ailesine teessürlerini bildirmişti. Ancak bazı devlet ricalinin aracılığı ile birkaç ay sonra İstanbul'a dönüp mevkiini tekrar elde ettiyse de eski itibarına kavuşamadı.
 
Yıllardır Türkiye'de bulunmasına rağmen Osmanlı sosyal hayatıyla hiçbir ilgisi bulunmayan Humbaracı Ahmed Paşa'nın Beyoğlu'ndaki evi iki daireden oluşuyordu. Bunlardan biri şark usulünde tefriş edilmişti. Paşa bu dairesine her hafta Osmanlılar arasında hürriyetçi fikre sahip kimseleri kabul eder ve onlarla felsefe ve siyaset üzerinde konuşurdu. Evin diğer bölümü Avrupai tarzda döşenmişti.
 
Ahmed Paşa'nın sunduğu plan ve projelerden amacı Avrupa'daki gelişmelerden Osmanlı hükümetini haberdar etmekti. Osmanlı Devleti'nin gerileme sebebini büyük ölçüde bu irtibatsızlığa ve devlet ricalinin Avrupa'ya kayıtsız kalmasına bağlıyordu. Nitekim bu layihalardan birinde. 
 
Avrupa siyasi olaylarının 1701 yılından Avusturya imparatoru VI. Karlos'un ölümüne kadar (1740) olan kısmından kısaca ve ondan sonra ortaya çıkan Avusturya savaşlarından genişçe bahseder. Osmanlı Devleti'nin o sırada Sicilyateyn Devleti ile imzaladığı antlaşma ve İspanya hükümetiyle kurduğu iyi münasebetlerde bu layihanın büyük tesiri olduğu anlaşılmaktadır. Aynı kütüphanede bulunan İcmalü 's-sefain fi bihari'l- alem adlı başka bir risalede Avrupa devletlerinin deniz kuvvetlerinden genişçe bahsedilmektedir. Burada Avusturya ve Prens Eugen'den düşmanca söz edilmesinden hareketle bu risalenin de Humbaracı'ya ait olduğu kabul edilmektedir. Aynı dönemde yazdığı başka raporlarında Ahmed Paşa yine Avrupa devletleri hakkında bilgi vermektedir.
 
Bazı layihalarında Bern ve Zürih'teki Protestanlar'ın Rumeli ovalarında iskanı için tekliflerde bulunan Ahmed Paşa bazan da İran'ı ele geçirmek için I. Mahmud ile Babürlü Hükümdarı Nasırüddin Muhammed arasında ittifak projeleri hazırlıyordu. Ayrıca Ahmed Paşa'ya göre Anadolu ve Bosna madenleri işletilmeli, Sakarya nehriyle Marmara denizi, Akdeniz ile Kızıldeniz birer kanalla birleştirilmeliydi. Özellikle Mısır'ın coğrafi durumu üzerinde duran Ahmed Paşa, bu ülkenin Osmanlı idaresinde bulunduğu sürece Uzakdoğu ticaretinden elde edilen gelirin Osmanlı hazinesine gireceğini biliyordu. Bununla ilgili olarak hazırladığı bir layihada Hintliler, Araplar ve Mısırlılar tarafından yapılan Hint ticaretinden Babıali'nin daha çok faydalanabileceğini, bu ticaretin gümrükler sayesinde devlet gelirlerini arttıracağını ve Osmanlı halkını zenginleştireceğini ifade etmişti.
 
Ahmed Paşa hayatının son dönemlerini bu tür layihalar hazırlamakla geçirdi. Fakat vatanından uzakta yaşaması kendisine gittikçe ağır gelmeye başlamıştı. Nitekim bu husus kardeşine yazdığı mektuplarda görülmektedir. Niyeti Roma'ya gidip orada yaşamaktı. Bir ara Sicilyateyn ile anlaşarak Napoli gemilerinden biriyle kaçmaya yeltenmiş, ancak muvaffak olamamıştı. Bunun üzerine Fransa'ya başvurdu ve Hariciye nazırına mektup yazdı. O sırada Fransa'nın İstanbul'daki elçisi olan Kastelan nazırdan Ahmed Paşa'ya bir mektup aldı, durumu kendisine bildirmek için evine gittiğinde onu hasta buldu. Ahmed Paşa ertesi gün (23 Mayıs 1747) ölünce bu teşebbüs de yarım kaldı. Mezarı Galata Mevlevihanesi haziresindedir. Hazırladığı nizamname gereğince humbaracıbaşılığa evlatlığı Mühtedi Süleyman Ağa tayin edilmiştir.
 
Humbaracı Ahmed Paşa. Doğu'da Fransa'nın nüfuzunu arttırmak için çalışan önemli kişilerden biridir. Gerçekten ülkesi lehine sarfettiği gayretlerin tesirleri uzun süre devam etmiştir. Onun Fransız politikasına yaptığı hizmetler, geleneksel Osmanlı-Fransız dostluğunu iki ülke yararına pekiştirrnek ve Osmanlı Devleti'nde askeri yenilikler yaparak Rusya ile Avusturya'nın doğuda ilerlemesine engel olmak şeklinde özetlenebilir. Maceracı, gururlu ve geçimsiz bir kimse olduğu anlaşılan Ahmed Paşa; Fransa'ya düşman ülkelerin saflarında iken bile ülkesi aleyhinde bir söze tahammül edemezdi. Avusturya üniforması ile de Osmanlı kavuğu altında da milliyetini ve ırkını asla inkar etmemiştir. Hükümete sunduğu raporların birer nüshasının Fransa'ya gönderilmesi casus olabileceği ihtimalini de akla getirmektedir. Hatıraları Prince de Ligne tarafından Memoire sur le Comte de Bonneval adıyla yayımlanmıştır (Paris 1817).
 
AHMED CEVDET PAŞA (1823 – 1895)18
 
18 Detaylı bilgi için bkz...(Halaçoğlu, Yusuf(1993), “Cevdet Paşa”, TDVİA, C.7, s.443-450 : Gündüz, Mustafa(2012), Eğitimci Yönüyle Ahmet Cevdet Paşa, Doğu Batı Yayınları : Ertan, Veli(1964), Ahmet Cevdet Paşa, Hilal yayınları : Halaçoğlu, Yusuf(1986), "Kendi Kaleminden Ahmet Cevdet Paşa", Ahmet Cevdet Paşa Semineri, Tarih Araştırma Merkezi)
 
Kendi ifadesine göre 26-27 Mart 1823 Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğdu. Asıl adı Ahmed olup Cevdet mahlasını İstanbul'da öğrenim gördüğü sırada şair Süleyman Fehim Efendi'den almıştır (1843). Babası Lofça ileri gelenlerinden ve meclis azasından "Istabl-ı Amire payelisi" Hacı İsmail Ağa, annesi yine Lofçalı Topuzoğlu hanedanından Ayşe Sümbül Hanım'dır. Bizzat kendisi, atalarından Kırkkiliseli (Kırklareli) Yularkıran Ahmed Ağa'nın Prut Savaşı'na (1711) katıldıktan sonra memleketine geri dönmeyerek Lofça'ya yerleştiğini ve zamanla Lofça'nın eşrafı arasına giren ailenin Yularkıranoğulları adıyla şöhret kazandığını söyler.
 
Küçük yaşta büyükbabası Hacı Ali Efendi'nin teşviki ve desteğiyle Lofça müftüsü Hafız Ömer Efendi'den Arapça okuyarak öğrenim hayatına başlayan Ahmed, kısa zamanda islami ilimlerle ilgili kitapları okuyacak derecede ilerleme gösterdi. Ardından kadı naibi Hacı Eşref Efendi ve müftü Hafız Mehmed Efendi'den çeşitli dersler aldı. Öğrenimini daha da ileri seviyeye götürmek için 1839 yılı başlarında büyükbabası tarafından İstanbul'a gönderildi. Burada kısa sürede ilmi muhitlerde kendini gösterdi; devrin meşhur alimleri Hafız Seyyid Efendi, Doyranlı Mehmed Efendi, Vidinli Mustafa Efendi, Kara Halil Efendi ve Birgivi Hoca Şakir Efendi'nin derslerine devam etti. Ayrıca Miralay Nuri Bey ve Müneccimbaşı Osman Sabit Efendi'den hesap,cebir, hendese gibi dersler gördü. Bir yandan tahsilini ilerletirken öte yandan ders vermek üzere bazı hocalardan icazet aldı. 
 
Bu arada ilmi ve edebi cemiyetlere de girdi; devam ettiği İstanbul Çarşamba'daki Murad Molla Tekkesi'nin şeyhi Mehmed Murad Efendi'den Meşnevi okuyarak Farsça bilgisini derinleştirdi ve kendisine mesnevihanlık icazeti verildi. Ayrıca Süleyman Fehim Efendi'nin Karagümrük'teki konağına devam edip ondan Şevket ve Örfi divanlarını okudu; bir yandan da devrin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı İbrahim Efendi'nin sohbetlerine katıldı. Bu muhitlerde tasavvuf ve edebiyatın belli başlı eserlerini okuyarak bilgisini ve kültürünü ilerlettiği gibi şiir ve edebiyat alanındaki eksikliklerini tamamlayıp edebi zevkini geliştirme imkanını buldu. 
 
Aynı yıllarda Sami ve Nef'i'yi taklit ederek şiire, Veysi ve Okçuzade'yi örnek alarak inşaya heves etti. Bu hevesle Reşid Paşa ve kapı yoldaşlarının şiirlerine tahmisler ve nazireler söyledi. Fuad Paşa ile ortak gazeller yazdı ve Reşid Paşa'ya bazı kasideler sundu. Kendi ifadesine göre okuyup yazabilecek seviyede Arapça ve Farsça, anlayabilecek ölçüde Fransızca ve Bulgarca biliyordu. Ahmed Cevdet'in büyük bir ilim ve fikir adamı olarak yetişmesinde özel gayretlerinin önemli ölçüde tesiri olmuştur. Nitekim öğrenimi sırasında tatil zamanlarında bile sürekli kitap okuduğunu, sadece bayram günlerinde tatil yaptığını bizzat kendisi söylemektedir.
 
Öğrenim hayatından sonra devlet hizmetine, Ocak 1844'te Rumeli kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile başladı. 29 Haziran 1845 tarihinde İstanbul müderrisliği ruüsunu aldı. 1848'de Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'nın bir talimatını bildirmek üzere Bükreş'te bulunan Keçecizade Fuad Efendi'nin (Paşa) yanına gönderildi. 10 Nisan 1849'da "hareket-i hariç'' rütbesini aldı. 14 Ağustos 1850 tarihinde Meclis-i Maarif-i Umümiyye azalığı ve darülmuallimin müdürlüğüne tayin edildi. 
 
Bu arada İstanbul'a dönen Fuad Efendi ile birlikte Bursa'ya gitti ve orada kaldığı kısa süre içinde onunla birlikte Kavaid"i Osmaniyye adlı kitabı ve Şirket-i Hayriyye'nin kuruluş nizamnamesini hazırladı. istanbul'a döndükten sonra 1851 'de Encümen-i Daniş üyeliğine seçildi. Yeniden kaleme aldığı Kavaid-i Osmaniyye'yi encümenin ilk eseri olarak Abdülmecid’e sundu. Bunun üzerine derecesi "hareket-i altmışlı"ya yükseltildi. Ekim 1853 tarihli bir mazbata ile 1774 - 1826 devresi Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirildi. 1854'te yazmaya başladığı tarihinin ilk üç cildini tamamladı ve Padişaha takdim etti. Bunun üzerine kendisine "müsıle-i Süleymaniyye" derecesi verildi. Şubat 1855'te vak'anüvis tayin edildi. Bu görevi sırasında bir yandan tarihinin devamını yazarken bir yandan da geleneğe uyarak zamanın siyasi olaylarını anlatan Tezakir-i Cevdet'i kaleme aldı. Vak'anüvislik görevini 1865 yılına kadar yürüttü.
 
Devlet kademelerindeki bu yükselmenin yanı sıra ilmiye mesleğinde de ilerleyerek 9 Ocak 1856'da mevleviyet derecesindeki Galata kadılığına getirildi; aynı yılın 9 Aralığında Mekke-i Mükerreme kadılığı, 21 Ocak 1861 'de de İstanbul kadılığı payelerini aldı. 18 Mayıs 1861 tarihinde Rumeli teftişine çıkan Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Paşa 'ya refakat ettikten kısa bir süre sonra işkodra'da meydana gelen isyanı bastırmak üzere "me'müriyyet-i fevkalade" ile görevlendirildi. 
 
İki ayda bu vazifesini başarıyla tamamladı. 1863'te Bosna eyaletini teftiş göreviyle ilgili hazırlıklarını yaparken 24Haziran 1863 tarihinde Anadolu kazaskerliği payesine ulaştı. Bir buçuk yıl içinde Bosna'da gerekli ıslahatı gerçekleştirip masrafı bölge halkı tarafından karşılanmak üzere iki alay asker tanzimine de muvaffak oldu. Bu başarıları dolayısıyla o zamana kadar hiçbir ilmiye mensubuna verilmemiş olan ikinci rütbeden "nişan-ı Osmani" ile mükafatlandırıldı. 
 
Haziran 1864 'te Kazan tarafına gönderildi. Derviş Paşa ile birlikte Fırka-i lslahiyye'yi oluşturup Cebelibereket. Çukurova ve Kazan dağlarını dolaştı, altı ay içinde gerekli ıslahatı yaptı. Ancak onun bu başarıları kendisini çekemeyenlerin harekete geçmesine yol açtı ; hatta şeyhülislamlığa getirilecekken ilmiye sınıfından mülkiyeye nakline karar çıkarıldı ve 13 Ocak 1866’da kazaskerlik payesi vezarete çevrildi. Efendi’likten alınıp Paşa’lığa geçirilmesi şeklindeki bu sınıf değişikliğinin onu gücendirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim memurların hal tercümelerinin kaydedildiği Sicill-i Ahlak'ta kendisine yapılan bu haksızlık karşısında duyduğu üzüntüyü ifade etmektedir.
 
Ahmed Cevdet Paşa bundan sonra Maraş, Urfa, Zor sancakları ve Adana eyaletinin birleştirilmesiyle oluşturulan Halep valiliğine tayin edildi; iki yıl süren bu görevi sırasında yeni valiliğin teşkilatlanmasını gerçekleştirdi. 1868'de kendisine, Meclis-i vala-yı Ahkam-ı Adliyye'nin ikiye ayrılmasıyla teşkil edilen Divan-ı Ahkam-ı Adliyye başkanlığı verildi. Divanın nezarete çevrilmesi üzerine Adliye nazırı oldu ve bu dönemde nizami mahkemeler teşkilatını kurarak bununla ilgili kanun ve nizamnameleri hazırladı.
 
Cevdet Paşa'ya şöhret kazandıran gelişmelerden biri de onun tarafından ortaya atılan, Hanefi fıkhına dayalı bir kanun kitabının hazırlanması gerektiği düşüncesidir. Nitekim bu düşüncesi kabul edilerek Babıali'de teşkil edilen Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye Cemiyeti'nin reisliğine getirildi. Devrin önde gelen fıkıh alimlerinin de yer aldığı bu cemiyet Mecelle'nin ilk dört kitabını yayımlamaya muvaffak oldu. Beşinci kitabın hazırlığı biterken Cevdet Paşa reislikten azledilerek Bursa valiliğine tayin edildiyse de birkaç gün sonra bu görevinden de alındı (1870) Bu arada cemiyet başkanlığına Gerdankıran Ömer Efendi getirildi, Mecelle-i Ah- kam-ı Adliyye Cemiyeti de Bab-ı Meşihat'a nakledildi. 
 
Ancak cemiyetin "Kitabü'l-Vedia" adıyla çıkardığı altıncı kitabın büyük tenkitlere uğraması üzerine 24 Ağustos 1871’de Cevdet Paşa'ya yeniden Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye Cemiyeti ile Şüra-yı Devlet Tanzimat Dairesi başkanlıkları verildi. Mecelle'nin sekizinci kitabı hazırlandığı sırada Maraş valiliğine tayin edildiyse de on sekiz gün sonra bu defa Divan-ı Ahkam-ı Adliyye üyeliği ve Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye Cemiyeti başkanlığına tayin edilerek tekrar İstanbul'a alındı (6 Ağustos 1872) Kısa bir süre sonra Şüra-yı Devlet üyesi, ardından da Evkaf nazırı oldu (1873). Aynı yılın ortalarına doğru Maarif nazırlığına getirildi. Nazırlığı zamanında ilkokullardan yüksek okullara kadar her seviyede ders programları yapıldı, yeni bir elifba cüzü hazırlanarak bastırıldı. Nuruosmaniye Camii avlusunda modern usullere göre "ibtidaiyye" adıyla bir ilkokul açıldı. Darülmuallimin teşkilatı sıbyan, rüşdiye ve idadi olmak üzere üç dereceye ayrılarak yeniden düzenlendi. Kendisi de Kavaid-i Türkiyye, Mi'yar-ı Sedad ve Adab-ı Sedad adını taşıyan üç okul kitabı yazdı. Kısas-ı Enbiya adlı eserinin üç cüzünü de bu arada tamamlayarak bastırdı.
 
1874'te Şüra-yı Devlet başkan vekilliğine getirilen Cevdet Paşa, Mecelle'nin on ikinci kitabını da hazırlatmıştı. 2 Kasım 1874 tarihinde Yanya valiliğine, 1875'te de önce Maarif nazırlığı ve kısa bir süre sonra da Adliye nazırlığına getirildi. Bu sonuncu görevi sırasında Ticaret Nezareti bünyesindeki ticaret mahkemelerini Adliye Nezareti'ne bağladı. Bu arada Bulgaristan’da görülen isyan belirtileri üzerine 1876'da Rumeli teftişiyle görevlendirildi; Edirne ve Filibe yoluyla Sofya'ya gitti: döndüğünde nazırlıktan azledilip Suriye valiliğine tayin edildiyse de daha Suriye'ye varıp görevine başlamadan üçüncü defa Maarif nazırlığına getirildi. 
 
Bir müddet sonra yeniden Adliye nazırlığına tayin edildi. Bu sırada on altıncı kitabı da bastırarak Mecelle 'yi tamamladı. İbrahim Edhem Paşa sadrazam olunca 1877 yılında Dahiliye nazırlığına getirildi. Nazırlığı sırasında mülkiye memurlarının hal tercümelerinin kaydedildiği Sicili-i Ahval Defteri'ni tanzim ettirdi. Aynı yıl içinde Evkaf nazırlığına naklen tayin edildi. 1878'de Suriye valisi olarak Şam'a gitti. Bu arada Kozan'da Kozanoğlu Ahmed Paşa tarafından çıkarılan isyanı bastırmakla görevlendirildi. Ancak isyanın bastırılması sırasında Şam valiliğine Midhat Paşa'nın tayin edilmesi üzerine açıkta kaldı ve görevini tamamladıktan sonra istanbul'a döndü. Yolda Ticaret nazırlığına tayin edildiği haberini aldı. Haziran 1879'da Tunuslu
 
Hayreddin Paşa'nın sadaretten istifası üzerine on gün müddetle sadrazamlığı vekaleten yürüttü ve Meclis-i Mahsus-ı Yükela'ya başkanlık yaptı. Said Paşa başvekil olunca tekrar Adliye nazırlığına getirildi. Bu defaki Adliye nazırlığı sırasında 26 Haziran 1880'de açılan Mekteb-i Hukuk'ta usül-i muhakeme-i hukükıyye, belagat-ı Osmaniyye ve ta'lim-i hitabet derslerini verdi. Ahmed Vefik Paşa'nın başvekil olması üzerine 30 Kasım 1882'de Adliye nazırlığından ayrıldı ve üç buçuk yıl resmi görevlerden uzak kaldı. Bu sırada tarihini tamamladı, Kavaid-i Osmaniyye'nin eksiklerini ikmal etti.
Cevdet Paşa son olarak Server Paşa'nın vefatı üzerine 11 Haziran 1886 tarihinde beşinci defa Adliye nazırlığına getirildi. Ancak Sadrazam Mehmed Kamil Paşa ile aralarında çıkan anlaşmazlık sebebiyle bir süre sonra ayrılmak zorunda kaldı. 10 Mayıs 1890'da II. Abdülhamid onu Meclis-i Ali'ye tayin etti. Cevdet Paşa bundan sonraki hayatını ilmi çalışmalarına ve çocuklarına ayırdı. Kısa bir hastalıktan sonra 26 Mayıs 1895'te Bebek'teki yalısında vefat etti ve Fatih Sultan Mehmed Türbesi haziresine defnedildi.
 
HORMUZD RASSAM (1826 – 1910)
 
1845-47 arasında ünlü İngiliz Asur uygarlığı bilgini Austen Henry Layard'ın yardımcılığını yaptı ve Irak'ta Nimrud'daki Kalah kazısına katıldı. Oxford'da öğrenim gördükten sonra Ninive kazısında gene Layard'la çalıştı (1849-51). Kısa bir süre sonra Layard politikaya atıldı. Rassam da 1852'de British Museum'a yapıt toplamak üzere kazılar yapmakla görevlendirildi. Ninive, Nimrud ve başka yerlerde yaptığı kazılarda önemli heykeller, steller ve yazılar çıkardı. 1853'te Ninive'de Asurbanipal'in ünlü aslan avı kabartmasını, bundan hemen sonra dasaray kütüphanesini buldu. Bu kütüphanede ele geçirilen yapıtlar arasında Gılgamış Destanı'nın büyük bölümüyle Asurbanipal'in krallığı sırasında tutulan yıllıkları içeren pişmiş topraktan prizma biçiminde bir yazıt da vardı. Bundan sonra Rassam birkaç yıl Aden ve Etiyopya'da İngiliz hükümeti adına diplomatik görevler aldı.
 
1876'da yeniden British Museum'un Mezopotamya'daki kazılarını yönetti. 1878-82 arasındaki son çalışmalarında önemli sonuçlar elde etti. Musul'a 24 km uzaklıktaki Tel Balavat adlı höyükte kazı yaparak II. Şalmanezer'in sarayını buldu. Buradan çıkardığı bir çift tunç kapı kanadı bugün British Museum'daki en değerli yapıtlar arasındadır. Rassam'ın Mezopotamya araştırmalarına en büyük katkısı 1880'de bulduğu Kral Nabu-apal-iddin dönemine ait bir tablettir. Bunda, tabletin bulunduğu yerin Sippar kentindeki Güneş Tanrısı Şamaş'ın tapınağı olduğu yazılıdır. Bu olayı izleyen 18 ay içinde, Rassam tapınağın çevresindeki 170 oda ve 40-50 bin kadar üstü yazılı silindir vw tablet buldu.Silindirlerden birinde, Belşazar'ın babası ve Babil'in son kralı olan Nabunaid'in (MÖ 556-539) tapınakta bir kazı yaparak, 4,200 yıl önce Akad kralı Sargon'un oğlu Naram-Sin'in burada attığı ilk temeli bulduğu anlatılmaktaydı.
 
OSMAN HAMDİ BEY (1842 – 1910)19
 
30 Aralık 1842'de İstanbul'da doğdu. Sadrazam İbrahim Edhem Paşa'nın oğlu, Halil Edhem (Eldem) ile İsmail Galib'in ağabeyidir. Çok yönlü bir kişi olarak yetişmesinde ailesinin önemli rolü olmuştur. İlkokula Beşiktaş'ta başladı ve 1856'da Mekteb-i Maarif- i Adliyye'ye kaydoldu. 1857’de hukuk tahsili için Paris' e gönderildi. Burada bir yandan hukuk öğrenimine devam ederken bir yandan da Paris Güzel Sanatlar Yüksek Okulunda resim dersleri aldı ve arkeolojiyle ilgilendi. Sanata ve özellikle resme olan ilgisi hukuktan daha ağır basınca zamanının ünlü ressamları olan Jean-Leon Gerôme ve Boulanger'in atölyelerinde çalıştı. 1858'de gittiği Sırbistan ve Viyana'da müzeler ve resim sergileriyle ilgili incelemelerde bulundu. Aynı yıllarda Paris'e eğitim için gönderilen Süleyman Seyyid ve Şeker Ahmed Paşa ile birlikte 1867'de II. Milletlerarası Paris Sergisi'ne katıldı. Bu sergi dolayısıyla bir madalya alan Osman Hamdi'nin ve arkadaşlarının sergide Türk pavyonunda bazı görevler almış olmaları muhtemeldir.
 
 
19 Detaylı bilgi için bkz...(Gündüz, Filiz(2007), “Osman Hamdi Bey”, TDVİA, C.33, s.468-469)
 
Osman Hamdi Bey, Paris'te bir Fransız kızıyla evlendi. Bu evlilikten iki kızı oldu ve on yıl sonra eşinden ayrıldı. On iki sene Paris'te kalarak 1869'da İstanbul'a döndü. Bağdat Valisi Midhat Paşa'nın kendisine teklif ettiği Vilayet Umür-ı Ecnebiyye müdürlüğü görevini kabul edip Bağdat'a gitti. İki yıl Bağdat'ta kaldı ve resim çalışmalarına devam etti. Bu arada Bağdat'ta bulunan Ahmed Mithat'a Batı kültürü üzerine fikirlerini aktarma fırsatı buldu. 1871'de İstanbul'a dönünce sarayda teşritat-ı hariciyye müdür muavini oldu. 1871- 1872'de "İki Karpuz Bir Koltuğa Sığmaz" ve "Cerf Volant" (uçurtma) isimli iki tiyatro oyunu yazdı. 1873'te Viyana'da açılan milletler arası sergiye komiser olarak tayin edildi. Burada yine bir Fransız kızıyla evlendi ve bu evlilikten üç kız. bir erkek çocuğu oldu. 1875'te Hariciye Umür-ı Ecnebiyye katibi oldu. 
 
1876'da Abdülaziz'in tahttan indirilmesi üzerine bu görevden alındı ve Matbüat-ı Ecnebiyye müdürlüğüne getirildi. 1877'de Beyoğlu Belediyesi Altıncı Daire müdürlüğüne tayin edildi ve 1877 - 1878 Osmanlı-Rus Savaşının sonuna kadar bu görevde kaldı. Savaş bitince memuriyetten ayrıldı ve yoğun biçimde resimle uğraşmaya başladı. 1880'de ve 1881'de İstanbul'da açılan iki resim sergisine katıldı. 1877'de Maarif Nezareti'ne bağlı olarak kurulan müze komisyonunun sekiz üyesinden biri oldu. Müze-i Hümayun'un müdürü Philipp Anton Dethier'in ölümü üzerine 1881'de müzenin müdürlüğüne getirildi, böylece Türk müzeciliğinde yeni bir dönem başladı.
 
Müze müdürlüğüyle birlikte kültür ve sanat alanındaki çalışmaları yoğunlaştı. Osmanlı Devleti sınırları içindeki tarihi ve sanat değeri taşıyan bütün eserleri müzecilik anlayışı içinde bir araya getirmeyi hedefleyen Osman Hamdi'nin gayretleriyle otuz yıllık Müze-i Hümayun, İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne dönüştü. Öncelikle Çinili Köşk'ün tamiriyle ilgilendi ve yapının daha önceki onarımlarda üzeri sıva ile örtülmüş olan çinilerini açığa çıkardı. 1882'de yeni bir müze binası inşa etme çabasına girdi. Tasarımını mimar Vallaury'ye yaptırdığı yeni müzenin ilk bölümü 1891'de, ikinci bölümü 1903'te, üçüncü bölümü 1907'de açıldı. Bu dönemde Usul-i Mi'mari-i Osmani adlı Türkçe ve Fransızca olarak bir kitap yayımladı. 
 
Çinili Köşk'teki onarımdan sonra Sanayi-i Nefise Mektebi için bina inşa ettirdi. Yurt dışında eğitim görmüş. figür geleneğini bilen yabancı asıllı öğretmenlerden bir öğretim kadrosu oluşturdu, böylece figür bilinçli olarak resme ve heykele sokulmuş oldu. Ayrıca mektepte açtığı oymacılık bölümüyle heykel sanatının eğitimini de başlattı. 1883'te öğretime başlayan Sanayi-i Nefise Mektebi'nde 1882 - 1910 yılları arasında müdürlük yapan Osman Hamdi, 1884'te eski eserlerin devlet malı olması ve yurt dışına götürülmemesi esasına dayanan yeni Asar-ı Atika Nizamnamesi'ni çıkararak uygulamaya koydu. Bu nizamname Türkiye'de yürürlükteki tek eski eser yasası olarak 1973'e kadar önemini korudu.
 
Müze-i Hümayun müdürü olarak birçok kazı yaptırdı. Bazı kazıları kendisi yöneterek ilk Türk arkeoloğu olarak da adını duyurdu. Onun müze müdürlüğü zamanında Nemrud dağı, Sayda, Lagina. Tralles (Aydın), Alabanda, Rakka, Boğazköy, Alacahöyük, Akalan, Langaza. Sakçagözü, Sidamara, Bozüyük, Rodos, Taşoz (Bozcaada). Yortan, Notion, Kade, Gorikos, Tedmür, Mahmudiye (Spara) kazıları yapıldı. H. Schliemann'ın Truva'da gerçekleştirdiği kazıya katıldı. 1887'de Dimasten Baltacı Bey'le birlikte "İskender" ve "Ağlayan Kızlar" lahitlerinin çıkarıldığı ünlü Sayda kazısını başlattı. C. Humann'ın Bergama kazılarında ve Nemrud dağında araştırmalarda bulundu. Aydın dolaylarında araştırma yapıp Milas yakınlarındaki Lagina kazılarını yönetti. 1883'te Y. Oskan'la birlikte Le tumulus de Nemroud-Dagh, 1889'da Les ruines d'Arslan-Tasch ve 1892'de Th. Reinach'la birlikte Une necropole rayale de Sidon isimli kitapları hazırladı.
 
Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Osman Hamdi'nin üzerinde durulması gereken yönlerinden biri de ressamlığıdır. Zamanımızda daha çok ressam Osman Hamdi olarak tanınır. Özellikle figürlü kompozisyonlar ve portreler yanında peyzajlar, natürmortlar, karakalem portre ve desenler yaptı Türk resmine figürlü kompozisyonu getirdi, bu konuda öncü oldu. Akademik doğrultuda büyük boy figür ve figürlü kompozisyonlar ortaya koyan Osman Hamdi hocası Gerôme'un etkisinde kaldı ve oryantalist tarzda resimler yaptı. Tablolarında yakın olduğu şarkiyatçılardan farklı olarak Doğu'nun, özellikle Türk sanatının güzelliklerini yansıttı. Figürleri kendine güvenen, dik duran, düşünen biçimde resmeden ve kompozisyon içinde dikkati çekecek özellikte bulundukları ortama uygun kıyafetlerde ele aldı. Değişik giysileri resmedişinde 1873 Viyana Sergisi'ne gönderilen "elbise-i Osmaniyye"nin büyük etkisi oldu. Bazı tablolarında seyircinin dikkatini figürlerin kıyafetine, hareketlerine çekmek istediği
 
sezilse de onun asıl üzerinde durduğu, mimari elemanlar, özellikle de mimariyle ilgili onu tamamlayacak dekorasyonlar oldu. Tablolarında bazan mimariyi fon olarak kullanıp figürü ön plana aldı, bazan mimariyi ele alıp figürü bunun içine yerleştirdi. Türbe ve cami kapıları, bunların üzerindeki yazıtlar, ağaç ve taş işlemeleri, duvarlardaki çini süslemeler, hatlar, parlak kumaşlar, sedef kakmalı, fildişi ve kemikten yapılmış mobilyalar. buhurdanlıklar, şamdanlar, yağlıklar, miğferler. kılıçlar ve silahları büyük bir gözlem sonucu doğru bir çizgide ve titiz bir teknikte resmetti. Osman Hamdi'nin birbiriyle ilişkisi olmayan öğeleri bir düzenleme içinde bir arada ele aldığı görülür. Erkek figürlerinde çeşitli pazlarda kendi fotoğraflarını da kullandı. Bazan bir tabloda değişik giysi ve duruşlarda ikili ya da üçlü görünümlerde yer aldı. Kadın konusunu Türk resminde ilk ele alan kişi oldu ve kadını yalnızca portre olarak değil aynı zamanda günlük yaşamın içinde erkeğe eşit bir konumda resmetti.
 
Osman Hamdi'nin yaptığı portreler, konulu resimlerinden sayıca daha fazladır. Çoğunlukla aile fertlerinin portrelerini yaparken ilginç bulduğu tipleri de resmetti. Dönemin siyasi açıdan önemli kişilerinden yalnızca Enver Bey'in portresini yaptığı görülür. Bu portrelerin hepsi yağlı boya tekniğindedir, gençlik dönemine ait karakalem portreleri de vardır.
Tablolarında daha çok fotoğraftan yararlanarak montaj usulünde birleştirmeci üslupta eserler verdi. 
 
Kompozisyonların da açık ve anlaşılır bir çevre düzeni, optik yanılsamaya imkan tanımayan bir netlik, yaygın ve saydam bir ışık, titiz ve yüzeye bağlı bir boya kullanımı görülür. Formu sağlamak için ışık ve gölgeden yararlanırken eşyanın kendi rengine bağlı kaldı. Yurt içinde ve yurt dışındaki müzelerde ve çeşitli koleksiyonlarda eserleri bulunan Osman Hamdi'nin Camiden Çıkış. Balıkçı. Yeşilcami'de Kur'an Okuma, Halı Satıcısı, Abıhayat Çeşmesi, Hamam, Kaplumbağa Terbiyecisi, Türbe Kapısı Önünde Kadınlar, Eskihisar, Mimozalı Kadın ve Şehzade Türbesinde Derviş önemli eserlerinden bazılarıdır.
 
Ressam, arkeolog, müzeci ve yazar kimliklerinin yanında bürokrasideki başarısı, diplomatlığı, yöneticiliği ve bilim adamlığı ile de dikkati çeken Osman Hamdi ömrünün sonuna kadar bitmek bilmeyen bir çabayla çalıştı ve kısa süren bir hastalığın ardından 24 Şubat 1910'da Kuruçeşme'deki yalısında vefat etti. Cenaze namazı Ayasofya Camii'nde kılınan Osman Hamdi vasiyeti gereği, hayattayken pek sevdiği Eskihisar'da yazlık olarak yaptırdığı çiftlik evinin arkasındaki ağaçlıklı yamaçın üstüne gömüldü ve üzerine de Anadolu'dan getirilmiş Selçuklu dönemine ait sanduka ve şahideler konuldu.
 
MARKO PAŞA (D.? – 1888)
 
Ünlü Osmanlı hekimidir. Galatasaraylı Marko Paşa ilk ve orta öğrenimini Yunanistan'ın meyve bahçeleri ve bağlarıyla ünlü Syros Adası'nda yaptı. Sonra, ailesi ile birlikte gittiği İstanbul'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'yi (Askeri Tıbbiye) bitirdi. Mezun olduğu yıl, cerrahi kliniği şefliğine atandı. Kısa sürede iyi bir hekim olarak ün kazandı ve mirlivalığa (Osmanlılar'da sancak beylerine verilen paşalık rütbesi) yükseltilen ilk hekim oldu. 1861'de Sultan Abdülaziz'in hekimbaşılığına getirildi. 1871'de Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Nazırlığı'na atandı. 1878'de,II. Abdülhamit döneminde Meclis-i Ayan (Senato) üyeliği'ne getirildi. Kırımlı Aziz Bey'le birlikte Hilâl-i Ahmer Cemiyeti'nin (Türkiye Kızılay Derneği) kurulmasında katkıda bulundu.
 
RUPEN SEVAG (1885 – 1915)
Osmanlı ermesini ünlü hekim ve şairdir. Rupen Çilingiryan Ermeni Devrimci Federasyonu üyesi olarak hümanist bir şairdi ve savaşa karşıydı. Çilingiryan'ın ilk eseri 1905 senesinde yayınlanmıştı. Eserlerinin bazıları Ermenice dilinde olan Azadamart gazetesinde yayınlandı. Sonra ise yazar adı Sevag olmuştu. 1915'te işkence edilerek öldürülmüştür.
 
Sn. Alpaslan İbrahim Yalçınkaya 'a Çalışması İçin Teşekkür Ederim...
 
Menü Danışmanlığı & Menu Consulting
 
Has Aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR Olarak: Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
 
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;
 
Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...