Toplumumuzun bir kısmı kendindeki altını görmez başkasındaki çürümüş metal parçasına hayran kalır. Beğenir ve hemen onun avukatlığına soyunarak kendi milletini, devletini kötülemeye başlar. Muhtemelen hemen arkasından da anlatır; Almanya’da şöyle, İngiltere de böyle, İsveç’te sistem var, vs... Bir de hayranlık duyar ki anlatırken sanırsın üste para veriyorlar.
Elbette bizim ülke olarak hatalı olduğumuz ya da Devletimizin yetersiz, düzenlenmekte olan kanunları vardır mutlaka. Hatırı sayılır bir yurt dışı geçmişi olan ve yine Avrupa’da Amerika’da çalışan biri olarak biraz Bu yabancı hayranlığı yapan insanlara bilgim dâhilinde seslenip yazımın en sonunda bazı örnekler vermek istiyorum. Öncelikle çalışarak teknolojiyi ve ekonomik özgürlüklerini kazanan, laf değil iş üretmeyi başaran özellikle 2. inci dünya savaşından sonra bütün eskimiş sistemlerini sil bastan yıkıp yenileyerek geleceklerini sağlam temeller üzerine inşa eden bu ülkeleri de malum günümüzdeki başarılarından dolayı takdir etmemek mümkün değildir.
Söz konusu bu ülkelerin sadece birkaçını değerlendirecek olursak;
Bir vilayetimiz kadar olan Hollanda 4 katlı camekânlar projelendirerek topraksız ziraat yapıp sebze, meyve üretiyorlar ve hatta bizden kat kat üstün en iyi cins marka hayvanlarla dünyaya süt ve peynir satıyor, satıyor da satıyor, hatta yok satıyor.
Daha dün bizim gönderdiğimiz askerlerin kanı ile kurtulan kayaların üzerindeki iklimin, mevsimin, toprağın olmadığı bir ülke Kore, Teknoloji devi oldu dünyaya kafa tutuyor teknolojisi ve ekonomisi biz den çok daha üstün. Dünya markaları ile rekabet edebilecek kabiliyette. (ve O şehit olan askerlerimizin kanı sayesinde NATO’ya alındık bunu da unutmayalım.)
Almanya’ya gelince 2. Dünya savaşında yerle bir olduğu halde çalışarak, üreterek, kaybettiği toprakları para ile (Doğu Almanya) satın alıp yine kendi topraklarına katan bir ülke. Dünyaya süreli söz verip kâğıtlara çizdikleri arabaların resimlerini sattılar. Almış oldukları peşinatlarla fabrikalarını kurup başka ülkelerden isçiler transfer ederek sözlerini zamanında yerine getirdiler ve kazandılar. İnsanların güvenini kazanmanın yanında halen sistemleri ve prensiplerini korumaktadırlar.
Daha dün atom bombası atılan ve hatta halen söz konusu yerde ot bile bitmezken, hayatını kaybetmiş binlerce yurttaşının yasını tutarken, iklim yok, toprak yok, ordu yok hatta yine kayaların üzerinde deprem ve tsunami kuşağında ikide bir sallanan bir ülke. Mecburen yaptığı anlaşma gereği halen Amerikan askerlerinin koruması altındaki bir ülke. İstese şu an Amerikan ekonomisini alt üst eder. Dünyaya teknoloji satan, en iyi araba markalarına, fabrikalarına sahip olan bir ülke, ekonomisi ve teknolojisi tartışılamaz.
İngiltere el altından en azılı suçlularını koloniler halinde Amerika kıtasına sürgün ederek doğru bir zamanlama ile kendinin tam tersi bir ülke kurdurdu. Amerika, Ölçü birimleri tam tersidir, Sir ve unvanlar yoktur eşitlik vardır. Kanunlar ve alt yapısı o zamanların 100 sene sonrası düşünülerek inşa edilmiş olan bir ülke. Ülkenin inşasını da akıllara zarar projelerle bölgenin yerlileri ve zenciler köle olarak kullanılmıştır. Kuruluşunda her türlü vahşet ve katliam vardır. Zaten vatansız olan dünyanın her yerinden kovulmuş ve dışlanmış Yahudiler de böyle bir gücün içinde bulunarak sermayelerini anayasalarındaki gizli maddeye istinaden korunmaları kaydıyla sınırsız kullanmışlardır.
Tarihinde ilk defa Osmanlıya vergi veren (gemilerinin Akdeniz’e açılması esnasında) Amerika’nın nasıl bu kadar büyüdüğüne gelecek olursak, 2. Dünya savaşından sonra sanayisi yerle bir olan ülkeler bu ülkeden sanayi istemişlerdir. Amerika’nın şartı bellidir; Sizin hazinenize güvenmiyorum daha tam olarak sınırlarınız bile belli değil ve paranızı kabul etmiyorum. Bana altınlarınızı getirin 1 ons ’unu 36 dolara alırım. Ne zaman ekonominizi düzelttiniz paramı getirir altınlarınızı alırsınız,şeklinde anlaşmalar yaparak boş kâğıtlara dolar basıp altınla değiştirmiştir ve dünyanın en büyük altın rezervinin sahibi olmuştur. Basmış olduğu dolarlarda yine kendi şirketlerinde kaldığı için dolar aldı başını yürüdü dünyada. Söz konusu ülkelerde ekonomilerini kazanıp altınlarını geriye almaya gelince; Amerika hepsine verdiği sözü unutarak ‘’I am sorry’’ yani altınlarınızı geriye veremem demiştir. Amerika dünyaya attığı bu kazıkla Amerika olmuş, dolarda altın karşılığında basıldığı için (yani bedavadan alındığı için) dünyada mutluluğunu devam ettirmektedir.
Tarihimizi ve söz konusu ülkelerin tarihlerini ne kadar biliyoruz? 89 yıllık geçmişimize, imkânlarımıza, mevsimlerimize, üç tarafımızın denizlerle çevrili olmasına, topraklarımızdaki üst üste 7 kat kültüre, Anadolu’ya, Mezopotamya’nın bir kısmına şu an teknoloji ve ekonomi zengini ülkelerin hangisi sahip? (Almanya, Hollanda Japonya, Kore) Peki, ne oldu da sahip olduğumuz bu kadar imkânlara rağmen…
Bir yerlerde bir yanlışlık var. Ama nerede?
Üç tarafımız denizlerle çevrili iken dünyanın en pahalı balığını yiyen biz, bir ucundan diğer ucuna yumurta diksen gözüken arazilere, Çukurova’ya sahip olmamıza rağmen tarımın çocuk masalına dönüştüğü, hatta ekilen mahsulün bile tarladan kaldırılmasının masraf olduğu ülke biziz. Yer altı zenginliklerimizin hat safhada olduğu ama dünyanın en pahalı benzinini, gazını, mazotunu kullanan biz, hayvancılıkta halen bir vilayetimizden daha küçük ülkelerden ithal hayvanlarda kazanç arayan yine biz, mevcut madenlerimizi hammadde olarak yok parasına dışarı satan 10 larca kat paraya geri alan yine biz. Siyasetin hiç bitmediği kahvehanelerde bile süresiz zamansız konuşmaya devam eden yine biz. Bir Türk vatandaşının devlette ne tür hakları olduğunu bile bilmeyen araştırma zahmetine bile girmeyen hakkını aramayan, savunmayan yine biz…
Yine söz konusu ülkelerden peynir ve süt ürünleri, sebze, meyve tohumu alan yine biz… Tohumu alıpta meydana getirdiğimiz üründen tohum alamayan yine biz…5 milyon nüfuslu ülkeler dünyaya sahip olduğu ürünler hakkında yok satarken biz halen bir çiftçiye 100 ya da 200 dönüm ekebilirsin,3 ton mazot alabilirsiniz kotaları pesindeyiz. Bu arada tarlada traktörüne mazotu 3 liraya almak için çiftçimiz 5 takla atarken Antalya’da Marmaris’te. Bodrum’da trilyonluk yatı ile gelen bir ecnebi ve Türk zenginleri 1 liraya mazot alınca bir dakika der hale geldik. Hatta gelemedik... Çünkü bunlardan haberimiz yok, bilmiyoruz. Çünkü daha 40 yaşına gelmesine rağmen vilayetini görmeyen ve her şeyi bildiğini sanan yurttaşlarımız var. Bırakın dünyadan haberi olmayı, şehirlerimizde belediye meclisinde alınan kararlardan bile haberimiz yok.
Yine Avrupa ve Amerika’da insanların öldüğü zaman eşyaları cenaze evine bağlı dükkânlara gönderilir. Yani ölmüş insanların eşyalarının satıldığı dükkânlar vardır. Parası olmayan fakirler buraya giderler 1 ya da 3 dolara en iyi pantolon gömlek ya da ceketleri alabilirler. Üzerlerine tam olmadığı için ya paçası uzundur ya da beli geniş ya da çok bol. Kemerle tuttururlar bellerine çuval gibi giyerler altlarındaki donları gözükür paçalarda yerlerde sürünür. İşin özünü bilmeden bunu da Türkiye’de gençlerimize moda akımı yada yeni bir tarzmış gibi kabul ettirmişlerdir!
Araştırmayan, ufkunu açmayı başaramamış, at gözlüklerini çıkaramamış, gazete ve kitap okuma alışkanlığı bulunmayan,2012 yılında 10 yaşındaki çocuğunu sanayiye çıraklığa veren, üretmeyen sadece eleştiren insanlarımız var. Kim suçlu? Avrupa’da ve Amerika’da en çok tüketilen ürünlerden kuru domatesin üzerin de ne yazıyor biliyor musunuz? Türkiye de üretilmiştir ama İsrail tarafından ihraç edilmiştir. Şimdi ben bir Türk vatandaşı olarak neler hissetmeliyim?
Pazarda domates salatalık biber, patates, soğan, salça, baharat satılıyor. Parası olan herkes bunların tamamını satın alabilir. Doğrumu? Peki, parası olan herkes bunlardan bir yemek yapabilir mi?
Pazarda her türlü yağlıboya malzemesi, fırça, tual, terebentin, bezir yağı para ile satılıyor isteyen her kes alabilir, peki bunlardan bir yağlı boya resim bir sanat eseri herkes çıkarabilir mi?
Yani uzun lafın kısası helvayı yapacak malzeme var ama helvayı yapamıyoruz. Ama örneklerde gördüğünüz gibi birileri bunu basarmış ve sefasını sürüyor.
Avrupa’da 4 kişi bir evde kalıyor tuvalet mutfak ve banyo ortak herkesin kendine özel 11 metrekare bir odası var, günde 3 işte çalışan insanlar. Sadece bir işte tam zamanlı olarak çalışmak bir lükstür. Herkes bu hakka sahip olamaz. Bizde bir işte bile çalışan adam başladığı hafta bırakmayı düşünüyor işini. 20 yaşındaki genç ve sağlıklı insanlar 70 yaşındaki babalarının emekli maaşına güveniyorlar. Halen o yaşta kendi ekonomik özgürlüklerini kazanamadıkları gibi yaşlı anne ve babalarının sırtından geçinip onların emekli maaşından, yaşlılık parasından harçlık alıyorlar. İnsanız diye birde toplum içinde dolaşıyorlar!
Doktor Ziya Özel 80 li yılların sonunda TRT de dönemin sağlık bakanının katılmış olduğu bir söyleşi programında, zakkum çiçeğinden kansere ilaç bulduğunu yaklaşık 80 kişi üzerinde denediğini %90 ların üzerinde başarı elde ettiğini söylemişti. Zamanın sağlık bakanı kendisine gülerek ve dalga geçerek o zaman bütün kanserlilerzakkumu kaynatıp içsinler? Dedi.
Doktor ziya özel mevzunun bu kadar basit olmadığını yıllar süren bir araştırma sonucunda bu formüle ulaştığını ve bu formülü de ücretsiz olarak sağlık bakanlığına hediye edeceğini söyledi. Önce Doktor Ziya ya deli dediler sonra muayenehanesini kapattılar ve dönemin etik kurulu diplomasini iptal ettiler. Biz doktor Ziyanın formülünü savunmasına dahi müsaade etmezken, Amerika’dan bir üniversite gelerek, Doktor Ziya Özel e araştırma görevlisi olarak çalışmayı teklif etti. simdi biz bu kanser ilacını Amerika’ dan alıyoruz. Bunun gibi daha neler neler... Amerikan in zakkumu acaba bizimkinden daha mi iyi? Güler misiniz ağlar mısınız?
Özgürlük esasında Türkiye’de, Parkta, sokakta, deniz kenarında otur çilingir sofranı kur rakını, biranı iç. Görevlide gelip seni uyarınca gerici, yobaz de! Sanki sokakta içki içmek ilericilik, medenilik göstergesi! Sen Avrupa’da ya da Amerika’da saat 9.00 dan dan sonra hiç bir yerden alkol alamazsın. Bırak sokağı ya da parkı, evinin merdivenine bile oturup içemezsin. Alkol şişesini aldıktan sonra arabanın içine değil, bagajına koymak zorundasın. Ya bir bara gider orada içersin ya da evinde. Aksi takdirde ‘’Bir çocuğa kötü örnek olabilirsin’’ düşüncesi vardır kanunda. Sen bunun aksini mi yaptın? Uğraşırsın alkolikler kliniğinde aylarca 46 muamelesi yaparlar adama. Şimdi gerici olan kim acaba? Her şeyde Avrupa’yı örnek gösterip bir şeyler alanlar bu kuralıda örnek alsınlar lütfen.
''MEDENİ'' DENİLEN AVRUPA VE BİZ TÜRKLER
Şimdi size İngiltere, tarihte Kral’ın Ülkesi, yani bir ucundan Güneş batarken diğer ucundan Güneş doğan topraklar. Ve kuzeyde İskoçya, batıda Galler, Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti hatta birçok Avrupa ülkelerindeki özellikle zaman zaman su bize ders verme cüretinde bulunan Fransa’nın bazı alışkanlıklardan bahsetmek istiyorum. Hatta 1300 odalı saraylarında, 1 tane dahi tuvaletleri yokken lazımlıkları ile pisliklerini pencereden dışarı atan ve krallarının bile sokaklarda ki bu pisliklere basıp ayakları kirlenmesin diye, yüksek topuklu kadın ayakkabıları giydiğini göreceksiniz. Belki o zamanlar bizim en fazla üç katlı kerpiçten evlerimiz vardı. Bizim 50 odalı Hanlarımızda bile Hamamlarımız, umumi tuvaletlerimiz vardı. ‘Temizlik imandan gelir’ diye inancımız vardı, misafire özel odalarımız vardı, (daha onlar misafir nedir bilmezken) Dünyaya örnek ahlak anlayışımız vardı. Avrupa delileri hem de toplanıp törenle çarmıha gerip içindeki şeytanı çıkartacağız diye yakarken bizim su sesi ve müzikle insanları tedavi eden, Sabuncuoğlu Şerefeddin gibi doktorlarımız vardı...
İŞTE BAZI ÖRNEKLER
-İnsanların çoğu Haziran’da evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı.
-Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce ‘deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.
-Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu.
Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce ‘deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.
-Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
-Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini, topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. "Toprak kadar fakir" (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.
-Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'thresh hold' (saman tutan; Türkçesi "eşik") idi.
-Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu.
-Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. ‘Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin anlamı budur.
-Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (chew the fat) adı veriliyordu.
-Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay, kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı.
-Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.
-Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor, aile etrafına toplanıp yeyip içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu.
-Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti (graveyard shift) denirdi.
-Ortaçağ’da Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı.
-Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı.
Kirlilik âdeti Amerika'ya da bulaşmış, Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ''banyo yapmayı yasaklayan'' ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia' da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.
-Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma âdeti 17. yüzyıla kadar sürdü. Fransa krallarından 14.Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.
-1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya’daki bir konağa gönderilmişti.
-19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti.
Şimdi yukarıda verdiğim örnekleri yan yana getirip düşünelim ağlayacak halimize, Yabancı hayranlığımıza... Avrupa’nın bize özendiği bir dönemde ayağa kalkan bir ülke olarak ‘’At sürçer, yiğit düşer. Yiğit yiğitse tek başına da kalkar’’ Avrupa ve Amerika’nın teknolojileri eskidi, artık tamir etmelerine bütçeleri yetmez. Ama unutmayın ülke olarak biz şu anda 100 sene sonrasını düşünerek temeller atmaya çalışıyoruz. Belki biraz zaman alabilir. Yine bu Avrupa ve Amerika’daki ülkelerde birçok kişi babasını bilmezken, Allaha şükür yurttaşlarımızın %99 ‘u hem annesini hem babasını biliyor, ülkemizde ataerkil bir aile kavramına sahibiz. Önemli olan erdemdir. Dünyanın neresinde savaş varsa, ezilen sömürülen toplum varsa, açlık varsa Cehaletten kaynaklanmaktadır. Bu ezilen, sömürülen, katliamlar yapılan ülkelerin hiç biriside Hristiyan değildir. Şimdi bundan ne anlam çıkarmalıyız sizce?
Toplum olarak çalışmalıyız, laf değil iş üretmeliyiz. İnsanlara faydalı projeler geliştirmeliyiz, büyüklerimizin karşısında el pençe divan durarak değil, yalakalıkla, el etek öpmekle değil, saygımızı yaptığımız işin kalitesiyle, yaşam tarzımızla, sorumluklarımıza sahip çıkarak göstermeliyiz. Esas olmayan gösterişten vazgeçip oturmuş kişiliklerimizle davranmalıyız. Hem kız evinde hem oğlan evinde oynanmaz. Çok iyi bir insan olmak zor değildir. Herkese haklısın dediğiniz zaman cok iyi bir insan olursunuz. Zor olan ‘Adil insan’ olabilmektir, çünkü herkes haklı değildir.
Ne zaman Osmanlı ruhumuzu kaybettik te bir zamanlar bizden aman dileyen Fransa’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın Hayranî ve taklitçisi ve takipçisi olduk. İste size tarihimizden bir örnek. Fransa kralı Francisco’nun sultan Süleyman han dan kendisini kurtarması için yazmış olduğu mektuba elçileri aracılığı ile cevabi aşağıdaki gibidir.
Ben ki sultanların sultanı, hakanların başı, krallara taç giydiren, Allah'ın yer yüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz'in Karadeniz'in Rumeli'nin Karaman'ın, Sivas'ın Diyarbakır'ın, Kürdistan'ın, Şam'ın, Mısır'ın, Mekke'nin, Medine'nin ve de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın üstünde sahip olduğum nice ülkenin padişahı olan Sultan Süleyman Han.?Sen ki Fransa ülkesinin kralı olan Francesco'sun. Kralların sığınağı olan kapıma mektup göndererek, esir edilerek hapse atıldığını söylemişsiniz. Benden yardım istiyormuşsunuz. Gönlünüzü ferah tutun. Ne yapacağımı elçinizden öğreneceksiniz. Selim'in oğlu Süleyman. 1526 -- İstanbul"
Has aşçıbaşı | Ahmet Özdemir | Osmanlı Mutfağı ve Türk mutfağı
Dünya gönul elcisi